"bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." diye başlar en sevdiğim roman.
benim romanım da kendime özgü bir mutsuzlukla başlamış, aynı tonda yazılmaya devam ederken hiç ummadık yerlerden aralanan kapılarla sayfaları biraz olsun aydınlanmıştı.
olay yerlerini hiç sevmem.
ne zaman kazancı yokuşu'ndan geçsem, 1 mayıs 1977 günü olanları anımsarım. o yokuş, çoğunun bildiği gibi taksim'de metrodan çıkınca solunuzda kalan banka ve kuyumcunun arasındaki, adını şu anda koyduğum "devebağırtan" yokuşunun adı değildir aslında. sıraselviler'e giderken sol koldaki otellerin arasında kalmış, yüzünü fazla göstermeyen sokağın adıdır. oradan her geçişimde, o gün orada ölen insanların cesetlerine basıyormuşum gibi hisseder, irkilirim. ingiliz konsolosluğu'nun veya sinagogun ordan geçerken ya da halaskârgazi'de hrant dink'in öldürülüp yüzüstü düştüğü o meşhur dükkânın önünde yürürken de aynı hissi duyar ve kenardan kenardan atarım adımlarımı. yaşanmışlıkları, eski kitapları, ikinci el eşyaları hatta daha önce defalarca ağlanmış, uyunmuş, gülünmüş, sevişilmiş otel odalarını bile severim ama olay yerlerini gerçekten sevmem.
o yaz günü kazancı yokuşu'ndan aşağı yürürken, marmara oteli'nde bir keskin nişancının varlığını ensemde hissedip ürkerek elimdeki adreste yazılı olan bir eczaneyi aramaktaydım: limon eczanesi.
bir yandan bu şirin isimli eczaneye yürürken, diğer yandan beni buraya getiren olaylar zincirine dönmeliyim.
kısa bir zaman önce hayatıma kocaman bir heyecan getiren iğne ve ilaç isimlerinin peşinde, gezmediğim hastane, gitmediğim eczane kalmamıştı. bu iğne ve ilaçları öğreten arkadaşım, anlattıklarıyla bana cenneti vâdetmişti ve ben ona inanmıştım. elimde iğnelerle kapısını çaldığım her hastane "bu iğneleri reçetesiz yapamayız." deyip geri gönderdi beni. istanbul’u bilenler, istiklâl caddesi’ndeki rebul eczanesi’ne en az bir kez uğramışlardır. caddenin tam ortasındaki caminin yanındadır rebul eczanesi, lavanta kolonyalarıyla meşhurdur. hatta kanlı nigâr'ın tiyatro oyununda, zihni göktay da bu kolonyadan bahseder, “git rebul eczanesine, bir lavanta kolonyası al.” der kız isteyecek olan esas oğlana. gidip bir şişe kolonya almışlığım vardır da kokusu pek ağır geldiğinden kullanabildiğim söylenemez, öyle durur evin bir köşesinde.
ben de en son rebul'da denedim şansımı ve cebimdeki buruşuk kağıdı büyük bir heyecanla çıkarıp beş yaşındaki çocuklar gibi elimle düzelttikten sonra verdim karşımdaki adama. “bu iğneden yaptırmak istiyorum.” dedim. “bu iğneyi reçetesiz yapamayız.” dedi adam. “daha önce yapmışsınız bir arkadaşıma?” diye yalan söyledim. adam eskiden rahatlıkla yaptıklarını fakat artık reçetesiz iğne yapamadıklarını söyleyip beni geri çevirdi. reçetesiz sattıkları bir iğneyi, reçetesiz yapamıyorlardı, ne tuhaf?
o gün de başaramamıştım belki ama evin bir dolabında istiflediğim şişeler dolusu iğneleri bana zerk edecek -bu kelimeyi oldum olası severim- eczaneyi elbet bulacaktım. hatta bir ara iğneyi kendi kendime yapmayı bile düşündüm, ama aklıma iğneyi kırıp etimde bırakırım, kemiğime saplarım, yanlış bir şey yaparım diye fena düşünceler uçuşuyordu hemen. ne zaman ki ciddi ciddi bunları kafamda ölçüp biçmeye başlamıştım, tam o sırada bir arkadaşımın komşusu olan helin'le tanışma şansım imdâdıma yetişti.
helin, cihangir'de oturan bir travestiydi ve ben bir akşam arkadaşımla birlikte onun evine misafir oldum. cihangir'in arka sokaklarında, merdivenlerle ve epey zahmetle gittiğimizi hatırladığım bu ev, girişin 2 kat altında, ölmeden mezara girmek gibi bir his veren bahçe katlarından biriydi. gündüz nasıl görünüyordu bilmiyorum ama akşam son derece az ışıklandırılmış, kötü döşenmiş ve soğuk gelmişti o ev bana. sonuçta burası hem bir ev hem de ofisti. helin'in fuhuş amacıyla kullandığı bir tür işyeriydi ve özellikle de akşam saatinde onu fazla meşgul etmemek için direkt olarak konuya girdim.
"göğüslerimi büyütmek istiyorum." dedim. helin, bana şöyle bir baktı.
"ayda ne kadar para kazanıyorsun?" diye sordu. ona aylık gelirimi söylediğimde "sokaklarda kirasını bile ödeyemeyen kızlar varken sen iyi para kazanabildiğin bir işi bırakıp fuhuş mu yapacaksın?" diye gözlerini büyüte büyüte kızdı bana.
beni tamamen yanlış anlamıştı. ona derdimin işimi bırakıp kendimi satmak olmadığını, sadece kendimi biraz daha yaşayabilmek ve gerçekleştirebilmek adına bunu yapmak istediğimi, son olarak göğüs büyütme aşamasına kadar geldiğimi çünkü daha azının beni artık tatmin etmeyeceğini, bunun için gerekli olan iğneleri eczaneden reçetesiz şekilde aldığım hâlde, onları bana zerk edecek -kullandığım kelime tam olarak bu değildi çünkü zerk etmek kelimesinin helin tarafından hiç duyulmadığına kanaat getirmiştim- bir yer bulamamıştım. helin, "ayol" dedi -neredeyse her cümlesine böyle başlardı- "limon eczanesi'ne gideceksin, bütün kızlar oraya gider." diye devam etti. "kızlar" dediği, istanbul'daki tüm travestilerdi sanırım.
evdeki yardımcısı yeni demlenmiş çayları servis ederken, helin kezbanlığım karşısında teklifsizce kahkaha atıp bluzunun geniş yakasından elini sokarak avuçladığı sol memesini çıkarıverdi! o dakikaya kadar pofuduk terlikleri ve yeni oje sürülmüş tırnaklarıyla bize hanımefendilik taslayan bu kadın, karşımda kavun büyüklüğünde memesini avuçlayan ucuz bir fahişeye dönüşüvermişti gözümde. "bak güzelim" dedi, "ben bunu o iğnelerle yaptım, sen de git, ülker sokak'ta bulursun hemen o eczaneyi, merak etme kime sorsan gösterir." diye devam edip istemediğim hâlde yakaladığı elimi memesine götürdü, elletti. sevmediğim hareketlere mâruz kalmakla orada bulunduğum için hâlihazırda sahip olduğum iç sıkıntım giderek artmaktaydı. bir yandan bu sıkıntımı ele vermemeye çalışıyor, diğer taraftan da elimin altında sonradan yapılmış bu suni memenin bana hissettirdiklerini tartıyordum. öncelikle beklediğimden sertti, silikonsuz olmasına rağmen büyüktü, ama biçimsiz bir büyüklüktü bu, yani estetik değildi. yapaylığı belli olan, çirkin bir memeye sahip olduğunu ona söylemeden, içimden "böyle bir memem olmasını istemiyorum." diye düşündüğümü hatırlıyorum. ama sonuçta benim elimdeydi her şey -helin'in memesi değil-, büyüklüğü beni tatmin ettiğinde iğneyi kesip ilaçları bırakabilme fikriydi elimde olan.
denemeye değerdi.
o gece helin'deki misafirliğimiz, müşterilerinin aramaya başlamasıyla sona erdi. arkadaşımla birlikte evden ayrıldık ve ben suçluyu bulmasına ramak kalmış bir polis dedektifi gibi sonuca biraz daha yaklaşmış hâldeydim. öğreneceğimi öğrenmiş, çok kötü demlenmiş çayımı içmiş, kocaman bir meme avuçlamış hâlde eve dönmekteydim.
ertesi gün, hiç vakit kaybetmeden, üstünde limon eczanesi'nin adresinin yazılı olduğu kağıtla birlikte kazancı yokuşu'nda buldum kendimi. hava çok sıcak ve ben çok heyecanlıydım. sağda kazancı ali ağa camii'ni ve soldaki kahvehâneyi geçtikten sonra karşıma çıkan dar yoldan geçtim, aşağı doğru kıvrılan sokakta biraz ilerler ilerlemez limon eczanesi karşıma çıkıvermişti! beklediğimden ufak ve eski tarz bir dükkândı. hani şu reklamlarda sürekli bahsi geçen "seçkin" eczaneler gibi değildi. camekânında limon kolonyaları, kayganlaştırıcılar ve envai çeşit prezervatif vardı. ilk denemesinde pisti pas geçen pilot gibi ben de öylece gelip geçiverdim dükkânın önünden. cesaret edip giremedim içeri. zaten içerde birkaç kişi vardı ve istediğim son şey, yargılayıcı bakışlar altında kalıp eczacıya, oraya geliş sebebimi açıklamaktı. eczaneyi geçip sokağın içinde ilerlemeye başladım. karşımda adını hep duyduğum fakat ilk kez görebildiğim bir dünya vardı.
ülker sokak...hep hiç de olumlu olmayan haberlerde izlediğim, travestilerin ve fuhuş işçilerinin mesken tuttuğu, çocukluğumdan beri adını duyduğum bir yer. ülker sokak deyince aklımda beliren ilk imge, cam kenarına attığı mor yastığın üstüne çöküp sokaktan geçen delikanlıları sevişmek için evine dâvet eden uzun saçlı, çirkince travestilerdi. her zaman merak ettiğim bu sokağa sonunda yolum düşecekti. belki ben de birkaç yıl sonra burada tutacağım bir dairede mor yastığımı camın pervazına atıp üstüne çökecek ve sokaktan geçen delikanlıları evime çağıracaktım? bunun olacağına o an ihtimâl vermiyordum, çünkü ben bi kere mor sevmezdim!
bu düşüncelerle sokakta bir aşağı bir yukarı dolanırken yine eczanenin kapısına geldim. sonra bekir gibi dedim ki, "bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü. bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin. iyi düşün." dedim. düşündüm, düşündüm. ama olmadı. yani dönemedim. sonra "bak" dedim kendi kendime. "yolu yok, çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yolun belli. eğ başını usul usul yürü şimdi."
usul usul yürüdüm.
içeri girdiğimde, burnuma ispirto-kolonya karışımının kesif kokusu çarptı. sol tarafta iki kişilik bir koltuk ve bu koltukta oturan iki travesti gözlerini bana dikmiş bakıyordu. dükkân sahibi ortalıkta yoktu ve kimse konuşmuyordu. gözümdeki güneş gözlüklerini çıkarmadığım ve güneşli bir havadan yarı karanlık bir mekâna girdiğim için gözlerimin ortama alışması zaman alırken heyecanın da etkisiyle hafif bir baş dönmesi yaşadım. eczanenin içinde arka tarafta ufak bir oda daha vardı, eczane sahibi o odadan çıktı, "buyrun" dedi.
bana buyrun diyen bu adamla, yıllar sürecek bir tanışıklığımız olacağını henüz bilemezdim.
bu adam, sonradan öğrendiğim adıyla, gündüz -ya da gürbüz, bunu ona hiç soramadım- amca, 60 yaşlarında, burnunun ucuna taktığı gözlük camlarının üstünden bana doğru bakan, tombik, tatlı mı tatlı bir adamdı. tam bir ıstanbul -istanbul değil- beyefendisiydi. bir müşterisinin ona gündüz ya da gürbüz diye seslendiğini duymuştum ama gerçek adının hangisi olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim, ona gündüz amca dedim hep. kareli gömleği ve göbeğinin üstüne çektiği pantolonuyla eczanelerin hulusi kentmen'iydi sanki. onu görünce tuhaf bir rahatlık çöktü üstüme, bir avazda "ben iğne yaptıracaktım" dedim, elimdeki iğne serumunu göstererek. "tamam, biraz bekleteceğim sizi." dedi ve koltukta oturan travestilerden birine, şu anda hatırlamadığım adıyla seslendi. demek ki ismen tanıyorlardı birbirlerini. tam o sırada dükkânın içindeki arka odadan uzun boylu, mini etekli, göğüsleri beyaz ve daracık atletinden fırlamak üzere olan sarışın bir başka travesti çıktı. sanırım iğne olmuş, toparlanmış ve sırasını arkadaşına devretmek üzereydi. kendisine seslenilen travesti arka odaya geçti, arkasından da gündüz -ya da gürbüz?- amca.
koltukta oturan üçüncü ve eczaneye girdiğimden beri bana bakmakta olan travesti oraya ne için geldiğimi anlamış gibi gözlerini dikmeye devam etti. ben ayakta beklerken gözlerim artık eczanenin yarı loş ortamına alışmış ve heyecanım biraz yatışmıştı. bir yandan eczanenin ürünlerini inceliyor ama üstümdeki bakışları hissedebilecek kadar göz hapsinde olduğumu da fark ediyordum. en sonunda dayanamadım ve bana bakmakta olan travestiye çevirdim başımı. onunla gözgöze gelir gelmez, benden iğrenirmiş gibi dudak büküp gözlerini devirerek başını sola çevirdi. bu da neydi ki şimdi? gülesim geldi ama gülemedim, sadece çok şaşırdım ve anlam veremediğim bu hareket karşısında sadece tebessüm etmekle yetindim. beni rakip olarak mı görmüştü yoksa? ne komik. hiç tanımadığı birinden neden bu kadar nefret edebilir ki bir insan? aradan yıllar geçti ama ben o bakıştaki düşmanlığı hiç unutmadım.
çok gergin bir ortam vardı. gergin olduğu kadar da sessiz. yoldan tek bir araba geçmiyordu ve duvarda asılı duran saatin akrep ve yelkovanının hareketi içerde yankı yaparcasına çınlıyordu. arka odaya birazdan ben de girecektim ve neler olacağını, oranın nasıl bir yer olduğunu merak etmekten ölmek üzereydim. içerdeki müşterinin de iğnesi yapıldı ve gündüz(?) amcayla beraber odadan çıktılar.
bana sümük muamelesi yapan travestiye "canım sen gel." diye seslendi gündüz amca. bizimki ayağa kalktığında başı tavana değecek sandım. hepi topu bir metre sürecek yolu victoria's secret modeliymişçesine catwalk yaparak geçmiş ve bana karşı muzaffer bir komutan edâsı takınarak arka odaya geçmişti. o 5 saniye boyunca bana göre birkaç aşama önde olmanın verdiği gururu yaşadı. her şeye rağmen uzun ince bacakları ve güzel saçları vardı. ama bakışları düşmanca olduğu sürece daima çirkin sayılırdı.
bekleyişim çok uzamıştı. arka odaya girip çıkan travestiler ve her seferinde toplam iki tanesiyle kıç kadar bir dükkanda sessiz bir şekilde karşılıklı kalışım, beş dakikayı bile onbeş dakika gibi uzatmaktaydı. zaten ilk kez gelişimin verdiği sıkılganlığa bir de aşağılayıcı ve küçümseyici bakışlarıyla tuz biber olan bu beklenmedik müşteriler hevesimi kırmaya başlamıştı. içimden bir ses "çık git, ne diye bekliyorsun ki burada?" demek üzereydi ki kızlardan biri cep telefonunu çıkardı, "gelebilirsin, şimdi çıkıyoruz." diyerek kısa bir görüşme yaptı. iki dakika geçmeden kapıya bir araba yanaştı. içerdeki odada işini bitiren kızcağız da çıkmış, hepsi birden dışarı çıkmak üzere ayaklanmıştı. gündüz amca olanca tatlılığıyla hepsine çeşitli tavsiyeler verdi, bir tanesi bir kutu kayganlaştırıcı aldı, iğnelerin parasıyla beraber onu da ödedi ve hepsi birlikte aşırı gürültülü topuk sesleriyle birlikte dükkandan çıktılar. dükkândan çıkışları hiç bitmeyecek gibiydi, onlar paldır küldür dışarı çıkarken ben elinde çekirdek paketiyle kavimler göçünü izleyen tembel bir kavim gibiydim. onlar kapıda kendilerini bekleyen araca binerken bana doğru bakıp bakmadıklarından emin değildim, çünkü o sırada cep telefonumu karıştırıyormuşum gibi yaptım.
gündüz amcanın "evet güzelim, seni alayım." deyişiyle son bulmuştu bu işkence.
ama bir dakika? "güzelim" mi?
gündüz amca yerine daha gençten, ukala, fırlama bir tip çalışıyor olsaydı bu kadar rahat olamayacağımı fark ettim. bu adamda insana güven veren bir ses tonu ve yadırgamayan bakışlar vardı. onunla yalnız kaldığımızda neredeyse boynuna sarılacaktım. o yüzden onun güzeli de olurdum, canı da. böyle bir sokakta eczane işletirken kim bilir neler görmüş ve yaşamıştı. istanbul'daki tüm silikonsuz travesti memelerinin mimârı olmak kolay olmasa gerekti, yüzünde bunun mağrurluğu ve yılların yaşanmışlığı vardı sanki. sesinde zeki müren'in eczacılık okumuş hâli vardı, tavırları, konuşması incelikli ve saygılıydı. bana hiçbir şey sormadı, "neden?" demedi, ona uzattığım küçük iğne şişelerini aldı.
"kaç tane vuralım?" diye sordu.
aklımda bir sayı yoktu, ama "iki" deyiverdim. çünkü birkaç aydır tablet olarak aldığım ilacın daha etkili olması için bu iğnelerden olabildiğince çabuk ve çok vurulmam gerekiyordu. az önceki örneklerden daha da iyi anlayabildiğim gibi, yaklaşık on yıl gerideydim ve acelem vardı. karnımın aç olup olmadığını sordu, sanırım aç karnına iğneleri yapamayacaktı. neyse ki karnım toktu, heyecanla arka odaya geçtim, burası beklediğimden de ufak bir yerdi. evye gibi bir yerin üstünde piknik tüpü ve onun da yanında gündüz amcanın evden getirip öğle yemeğinde yediği patlıcanlı türlünün bulunduğu ağzı yarı açık bir sefertası vardı. eski gazeteler, ispirto şişeleri ve türlü türlü ilaçlar gözüme çarpmıştı. tepede sarı ışık veren çıplak bir lamba yanıyordu. içerisi o kadar küçüktü ki bir üçüncü kişi girse sığamazdık. gündüz amca sessizdi, iki iğne şişesini kırıp içindekileri paketini yeni açtığı bir şırıngada topladı, arkamı dönmemi istedi. gerginliğim yüzüme yansımış olacak ki "sakin ol güzelim, hemen bitecek." deyiverdi. arkamı döndüm, uzanacağım bir sedye falan olmadığı için iğneyi ayakta vuracaktı, bunun hayâl kırıklığıyla şortumu aşağı doğru sıyırdım, iç çamaşırı giymemiştim. tuhaf bir biçimde hiç de utanmamıştım ondan. ıslak bir pamuk parçasıyla kalçama dokundu, sonra uyuşturucu bir etki sağ kalçamdan bacaklarıma doğru yayılır gibi oldu. gündüz amcanın eli inanılmaz hafifti, elimi tutup pamuğun üzerine götürüp "şöyle bastır bir saniye bakalım" dediğinde iğneyi yapıp bitirdiğini anca anlamıştım. ben pamuğu bastırıp tutarken, o ufak ve yuvarlak bir yarabandı çıkarıp iğne izinin olduğu yere yapıştırdı. şortumu yukarı çekip kalçamı kapatırken "geçmiş olsun" dedi ve yalnız bırakıp dükkânın içine döndü.
içimde bir iğfal edilmişlik hissiyle küçük odadaki duvarda asılı olan aynada kendimle gözgöze geldim. gözlerim parlamıştı, çok rahatlamıştım. her şey çok kolay olmuştu. beklediğimden çok daha kolay. en zor kısmı halletmiştim. artık önümde hiçbir bir engel kalmamıştı. iğne yaptıracak yeri de bulmuş, ilk iğnelerimi yaptırmıştım. üstelik yalnız da değildim, bana son derece saygılı bir şekilde yaklaşan bir eczâcım, sürekli gelebileceğim bir yerim vardı artık. odanın çiğ sarı ışık saçan kel lambasını söndürüp gündüz amcanın yanına döndüm.
"borcum ne kadar?" dedim.
"yirmi lira." dedi.
parayı ödeyip çıktım.
dükkândan çıktığımda gözümü alan güneş, dükkâna girmeden önce beni rahatsız eden güneş değil gibiydi. artık bambaşka biriydim sanki, içimde tarif edilemez bir rahatlık, yüzümde şapşal bir tebessümle az önce geçtiğim yolları yeniden geçerek bu sefer "deve bağırtan" yokuşunu kullanıp meydana çıkarak evin yolunu tuttum. o geceden başlayarak her dakika göğüslerimi yokluyor, deli gibi sıkıp ayna karşısında çırılçıplak soyunarak vücudumda bir değişiklik olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. ilk haftalarda herhangi bir değişiklik fark edemeyişim beni üzmüştü ama sabırlıydım.
o günden sonraki her cumartesi günü ilk işim, sabah kalkar kalkmaz limon eczanesinin yolunu tutmak oldu. sabah uyanır, yola çıkar, gündüz amcayla ayaküstü iki dakika hoşbeş edip havanın ne kadar sıcak olduğundan, ıstanbul'un o eski ıstanbul olmadığından, gündüz amcanın iğnecilik yaptığı ve samatya'da yaşadığı yıllarda başından geçen anılardan söz ederdik. çoğu beni hüzünlendiren bu anılardan sonra her hafta olduğu gibi karnımın aç olup olmadığını sorar, ben genelde kahvaltı etmeden gittiğim için karnımın aç olduğunu söylediğimde ağzıma bir küp şekeri tıkıştırır, aç karnına geldiğim için biraz homurdanırdı. ona rağmen sevimliliğinden bir şey kaybetmez ve iki tüp iğneyi boca ettiği bir şırıngayı kaba etime batırıp ihtiyacım olan şeyi vücuduma zerk ederdi. "zerk etmek" kelimesini gündüz amca çok iyi anlamaktaydı, hatta o kadar ki bu kelimenin gündüz amca tarafından üretildiğini bile düşünecek kadar saygı duyuyordum ona. iğne olmaya aç karnına gittiğim için ağzıma verdiği küp şekerler kadar tatlı bir insandı.
aylar geçti, ben her hafta en az iki tüp hâlinde vücuduma yüklediğim bu hormonların etkilerini yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım. saçlarım gürleşmişti, vücudumun diğer bölgelerindeki tüyler zayıflamıştı, göğüs uçlarım sadece hassaslaşmakla kalmamış neredeyse günün her saatinde dikleşmeye başlamıştı. popom dışarıya doğru sivrilmiş ve yukarı kalkmış, cildim tazelenmişti. internet üzerinden görüştüğüm kişilerden, ilaçların etkili olması için onları aldığım süre boyunca boşalmamam gerektiğini duymuştum. bir cumartesi günü, ağzımda erittiğim küp şekeri bitirir bitirmez, cinsel ilişki sırasında boşaldığımda bu ilaçların hiç etkili olmayacağına dâir duyduğum şeyi gündüz amcaya sordum. çünkü bunu duyduğumdan beri boşalmamak için kendimi zorluyor ve kimseyle de ilişkiye girmiyordum. eğer boşaldığımda ilaçların etkisini hissedemeyeceksem, her hafta buna katlanmamın ne anlamı vardı ki? neyse ki bana boşalmanın bir etkisinin olmadığını ama boşalmazsam hormonların vücuduma daha iyi yerleşeceğini söylemişti, ben de bu konuda işimi şansa bırakmak istemediğimden aylarca boşalmadan kendimi tuttum. o aralar hayatımda olan adam bile (sonradan uzun uzun anlatacağım mesut efendi) artık isyan etmiş ve kendisiyle sevişmediğim için bana kızmaya bile başlamıştı.
duygusal olarak altüst olmuş vaziyetteydim, hamile kadınlar gibi her şeye ağlıyor, olmadık zamanlarda gözlerimin dolmasına engel olamıyordum. kendimi eve kapatmış, ilaçların vücuduma daha iyi oturması için cinsel perhize girmiş ve sadece işe gidip gelip evde bir başıma aptal diziler izleyerek kendimi teselli etmeye başlamıştım.
göğüslerim büyüdükçe dünyam küçülüyordu.
yeni satın aldığım destekli sütyenlerle göğüslerimin biraz daha dolgun görünmesini sağlayabiliyordum ve onların büyüdüklerini görmek, bir annenin çocuklarının büyüyüp ilkokula gittiğini görmesi gibi geliyordu bana. onları okşuyor, yokluyor, tutup bırakıyor, yan tarafıma doğru uzandığımda birinin, diğerinin üstüne doğru sarkışını izliyor, dekolteli kıyafetler alıp artık içlerini doldurabiliyor olmaktan dolayı büyük haz duyuyordum. haz duyduğum tek şey bu değildi elbette, inanılmaz hassas bir hâle gelmiş olan göğüs uçlarımı parmaklarımla uyarıp gözlerimi kapatarak onlarla oynarken de büyük bir haz alıyordum. boşalmamak kaydıyla elbette.
bir gün, yine bir cumartesi, yolum yine limon eczanesi'ne düşmüşken, tam iğnemi olmuş toparlanmak üzereydim ki gündüz amca "bakayım ne kadar oldular" deyip göğüslerimden birini avuçladı. bu beklenmedik hareket karşısında ne diyeceğimi bilemeden hem şaşırmış hem de biraz utanmıştım. çünkü o zamana kadar aramızda var olan yazılmamış kurallardan biri çiğnenmiş gibiydi, en mahremimi bilen bu adam mahremiyetimi zedelemişti sanki. oraya geliş amacımı ikimiz de biliyor ama asla dillendirmiyorduk, o güne kadar. gündüz amca tamamen iyiniyetiyle yaptığı bu hareketinin ardından "liseli kız gibi olmuşlar, gayet güzel" deyip beni taltif etmişti.
"liseli kız memesi mi?" diye geçirdim içimden.
aylar önce helin'in memesini ellediğimde aklımdan geçen beğenmemişlik hissi, yerini tatlı bir gurura bıraktı. liseden mezun olalı yıllar geçmesine rağmen, helininkiler gibi biçimsiz ve sert değil, liseli bir kızınki gibi diri, taze ve yuvarlak memelerim olmuştu. altlarına kalem koysam düşmezdi! bunu bir iltifat olarak kabul etmekle yetinip kendimi tacize uğramış bir müşteri gibi hissettiğimi gündüz amcaya hiç belli etmedim. soğanların pembeleşmesi, hamurun kulak memesi kıvamına gelmesi neyse, benim için de göğüslerimin liseli bir kızınkiler kadar olması oydu. böylece kıvam olarak "liseli kız memesi" kıvamının benim için gayet yeterli olduğuna kanaat getirerek o haftadan sonra bir daha limon eczanesine gitmedim.
bu romanın sonunda, o liseli kız bir trenin altına mı yuvarlanacaktı yoksa kendine özgü mutsuzluğunu bir nebze olsun hafifleterek "katlanılabilir" bir mutsuzluğa mı dönüştürecekti, bunu henüz bilmiyordum.
çünkü şimdi sıra bu liseli kızı sunmaya gelmişti ve karamsar düşünceler için hava fazla güneşliydi.