diye tamamladı sözünü...
acındırma, ilgi çekme gayreti yoktu bunları söylerken. belki niyeti bile yoktu anlatmaya ama biraz da ben deşmiştim.
ne garip, ne zaman başka bir şehre gitsem, sanki yaşadığım yerde herkesi tanırmışım gibi, gittiğim yerin insanlarını yadırgarım. otobüslerde, metroda falan, herkes bana bakıyormuş gibi gelir. yalnızlığım burkuverir.
"bir kahve içer, bir şeyler ziftlenirim" diye girdiğim bu lokantamsı yerde onu da görünce yalnızlığımdan kurtuluvermiştim birden. yol arkadaşlığının verdiği samimiyetle çökmüştüm masasına. o da sevinmişti beni gördüğüne. büyük şehirden buraya düşmüş iki insandık. lâf lafı açmış ve buraya kadar gelmiştik. o temelli arjantin'e gidiyordu ve yeni bir hayata başlayacaktı; bense memleketime dönüyordum, biraz da orada sürünmek, bıraktığım yere bir şeyleri eklemlemek için. aşı tutmamıştı yaban ellerde.
önce uzun uzun, arjantin'i anlatmıştı bana. almanya'dan, yalnızlıktan, insanların tükenmişliğinden, yapaylıktan yorulmuştu o da. sevgilisinin birkaç dönüm tarlası, bir de küçük kulübesi vardı arjantin'de. oraya yerleşecek ve sade bir hayat sürecekti. buraya da biriyle vedalaşmaya gelmişti. aynı trenle dönecektik ikimiz de.
güzel kadındı. konuşmanın başında lezbiyen olduğunu söylediği için, daha çok kardeş kardeş konuşuyorduk ama erkek milleti ve alkol illeti yaklaşık üç saattir bir aradaydı. gene de telkine dayanıp niyeti bozmuyordum. artistlik olsun diye, kafadan votka - bira söylemiş, masa arkadaşımın "prostatlı" olduğunu öğrendikten sonra da daha yumuşak içkilere dönememiştim.
sevmiştik birbirimizi. benzer yollardan geçip benzer acıları tanımış iki insandık. bir yabancıya içini dökmenin rahatlığıyla ve karşısındakinin "aldığının" bilinciyle anlatıvermişti hayatını. gene de, sürekli kendinden söz ettiği için utanmıştı galiba. sözün ilgisiz bir yerinde,
- sahi, sen neden geldin buraya? diye sordu.
- ben de biriyle vedalaşmaya geldim ama bulamadım, diye geçiştirdim sorusunu.
hem merak ettiğimden, hem de daha rahat kendinden söz edebilmesi için,
- evden kaçtıktan sonra ne yaptın? diye sordum.
sığınma yurtlarında kalmış, sonra "italyan olmasına tutulduğu" bir adamla yaşamış bir süre. yavşağın tekiymiş adam; iyice yaslanmış buna. on sekizine geldiğinde, yaşanacak her şeyi yaşamış bu âlemde. orospuluk bile yapmış. şimdi de her şeyi bırakıp kaçıyormuş işte buralardan.
yüzüm iyice düşmüş olacak ki,
- takılma, ben hazmettim hepsini. üzülecek bir şey yok! diyerek uzandı ve kaşlarımı yukarı doğru ittirdi iki parmağıyla.
sonra biraz daha öne eğilip, fısıldayarak,
- buraya neden geldim, biliyor musun? diye sordu.
- niye geldin?
- babamla vedalaşmaya.
- vedalaştın mı?
- hayır! çünkü, ona söylemek istediklerimi anlatacak sözleri bulamadım. evin çevresinde dolanıp buraya geldim.
ne diyebilirdim ki? yara böyle bir şeydi. kaç yıldır sızlıyordu kimbilir yüreciğinde? ve söyleyemediği şeyler, daha neleri sızlatacaktı? ağzımdan ister istemez, şimdi türkçe'ye çevirmek istemediğim bir küfür döküldü. o da bastı kahkahayı. sonra gene eğilip,
- var mısın? diye sordu.
neden olmayacakmışım be! vardım elbette. o ki sızlayan bir yara dinecekti, her şeye vardım.
kalktık, sallana sallana bir taksiye bindik. ya şu votka, korku mu bırakırdı adamda? gecenin bir vakti, rezalet çıkarmaya gidiyorduk işte. bu hayat sevilmez mi?
bir yerde indik taksiden. bakımlı bahçeleri içinde, iki katlı evleriyle orta hâlli insanların oturduğu bir yer... bahçe kapısının ziline bastı. bir süre bekledi. ses gelmeyince, parmağını dayadı zilin düğmesine. buradan duyuluyordu çalan zilin sesi. adam çıkıp da kızın üstüne yürürse ne yapacaktım? duyduğum utancı bastırıp "ne olacaksa olsun be!" telkinine dayandım. en iyisi, baskın basanındır hesabı, kapıdan çıkar çıkmaz dalmaktı herife. evin içinde bir ışık yanmış, bir perde aralanıp hemen kapanmıştı. kimselerin çıkmaya niyeti yoktu.
kapı açılmayınca, avazı çıktığı kadar bağırmaya, ana - avrat gitmeye başlamıştı arkadaşım. sesi bütün sokakta çınlıyor, bazı evlerde lâmbalar yanıyordu. gözünü sevdiğimin türkçe'si! şu almanca küfürlerin hiç tadı yoktu. gene de seçtiği kelimelerden çok sesindeki umutsuzluk, öfke, yenilmişlik yakıvermişti şuramı. babasının yaptığı şeyi, adıyla sanıyla, bütün sokağın duyacağı şekilde ve annesini de işin için katarak sıralamıştı. bir süre de bahçe kapısını tekmeledikten, salladıktan sonra sakinleşti. biraz utanmış, biraz çaresiz dikiliyordum yanında.
kaldırıma oturdum, o da yanıma çöktü. titreyen elleriyle iki cigara yaktı, birini bana uzattı ve sirenleri iyice duyulan polis arabalarını beklemeye başladık.
- sağol, dedi
- arjantin'de rezalet çıkartma, dedim yalnızca.
birden ikimizi de bir gülme tuttu. gözümüzün içine el fenerini tutan polis,
- gülecek bir şey yok, başınız epey belada, dedi.
daha çok güldük.