Sohbetine dahil olmaktan onur duyduğum saygıdeğer arkadaşlarım.
Bu sohbetimize geçen günlerde kutlamış olduğumuz 3 Mayıs Türkçülük Günü'yle ilgili (insanlarımızda var olan anlam kargaşalarını ortadan kaldırmak için bazı anlatımlarla) başlamak istiyorum.
Nihal Atsız hoca, dönemin Başbakanı Şükrü Sarçoğlu'na hitaben (1 Mart 1944 tarihinde yayınlanan Orhun Mecmuası'nda) yazmış olduğu açık mektupla ülkede ciddi bir gündem oluşturmuş hemen akabinde yine Orhun Dergisi'nde 1 Nisan 1944'te ikinci açık mektubunu yayınlayarak bu gündemi devam ettirmiştir.
Nihal Atsız hocanın yazmış olduğu bu iki açık mektubun konusu, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in en önemli bakanlık olan Milli Eğitim Bakanlığı'nda Sebahettin Ali gibi meşhur komünistleri görevlendirerek ülkenin geleceğini adeta dinamitlediği üzerineydi. Ayrıca bakanın gizli gizli komünist örgütlenmeyi yönlendirdiğini belirterek bu bakanın ve Sebahattin Ali gibi bütün komünistlerin Milli Eğitim Bakanlığı'ndan uzaklaştırılmaları gerektiğini detaylıca belirtmiştir. (Ancak bu bakan görevden alınmadığı gibi, aynı bakan tarafından Nihal Atsız hocanın hususi Boğaziçi Lisesi'nde ki öğretmenlik görevine son verilmiştir.)
Aynı bakan Sebahattin Ali'ye baskı yaparak Nihal Atsız Hoca ile ilgili hakaret davası açmasınıda sağlamıştır. Sebahattin Ali savcıya verdiği ifadesinde samimi bir şekilde davayı açmayı düşünmediğini, ancak Bakan Bey'in ısrarı yüzünden bu davayı açtığını söylemiştir.
Davanın ikinci celsesi 3 Mayıs 1944'te görülürken Milliyetçi ve Muhafazakar gençler mahkeme salonunun önünde (çok fazla kişinin katılımıyla) Nihal Atsız hocaya destek için gösteri yapmışlardır. Bu gösteride atılan sloganlar, ''Dinsizler Moskova'ya, kahrolsun Komünistler'' şeklinde olmuştur.
Bu gösterinin sayıca çok kalabalık olması yani çok taraftar toplaması üzerine dönemin Cumhurbaşkanı İnönü, bir Cumhurbaşkanı'na asla yakışmayacak şekilde basına açıklamalarda bulunarak bu olaydan kar elde etmeyi ummuştur.
2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Almanların bizim sınırımıza kadar bütün bölgeleri işgal etmeleri üzerine İnönü tarafından Almanlara neredeyse dost denecek derecede yakın davranılmıştır. Ancak 1944'lerde savaşın seyri değişip Sovyetler Birliği Berlin'e kadar ilerleyince İnönü, Sovyetler Birliği'ne şirin görünmek için o yürüyüşe katılanlar ve o yürüyüşe katılanların dostlarıyla ilgili bizzat kendisi tarafından yönetilen bir polis operasyonu başlatmıştır. İşin en komik yanı bu operasyonu İçişleri Bakanı değil de, Türkiye'deki Komünistlerin koruyucusu ve akıl hocası olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in yönetmesidir. Ulus Gazetesi'nin başyazarı Falih Rıfkı Atay ve Ankara Valisi Nevzat Tandoğan da İnönü'nün etkisiyle bu polis operasyonunda kamuoyu oluşturmak için aktif bir şekilde görev almışlardır.
Türk Milliyetçiliği'nin gerçek lideri Cennet Mekan Alparslan Türkeş de Nihal Atsız hocanın evi aranırken kendisinin yazdığı mektubun da bulunması üzerine gözaltına alınmış ve hakkında dava açılmıştır. Cennet Mekan Alparslan Türkeş o yıllarda orduda üstteğmen rütbesinde bir gençtir. Kendiside Nihal Atsız hocayla beraber tabutluklarda kalmış büyük zulümlere uğramıştır.
İnonü'nün Sovyetlere yaranıp kendini Sovyetlere şirin göstermek için takınmış olduğu saldırgan tutum yargılama boyunca devam ettiğinden mahkeme bütün sanıkları Turancılık ve Türk Milliyetçiliği suçundan mahkum etmiştir. Dosya Yargıtay'a gittiğinde Yargıtay Turancılığın ve Türk Milliyetçiliği'nin suç olmasının mümkün olamayacağı gerçeği ve tesbitiyle bozulmuş ve de Türk yargı tarihinde bir ilke imza atarak Yargıtay davanın aynı mahkemede görülmemesine karar verip dosyayı 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi'ne göndermiştir. Burda yapılan yargılama ise Yargıtay'ın belirttiği neticelerden dolayı beraatle neticelenmiştir. (İsmet İnönü ise Yargıtay Başkanı yakın dostu olduğu halde onu ve karara imza atan daire başkanlarını emekliye sevk ederek kinini devam ettirmiştir.)
Arkadaşlar o günden sonra 3 Mayıs Türkçülük Günü Türk Milleti'nin dinsiz komünistlere karşı baş kaldırı günü olarak her daim kutlanmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda çok tehlikeli ve sinsi bir oyunla Türk Milliyetçileri karşı karşıya kalmıştır.
Bazı ateist görüşe sahip insanlar tarafından, ''Türklerin gerçek dini Şamanlık'tır.'' sözü dillendirilerek Türk Milliyetçileri'nin dinsizliğe karşı yapmış oldukları 3 Mayıs Mitingi yıllar sonra sanki ''Türkçülük aynı zamanda din karşıtlığıdır, Müslümanlık karşıtlığıdır.'' gibi propogandalara alet edilmeye çalışılmıştır. Bu görüş genel anlamda taraftar toplayamasa da 300-500 kişilik sembolik bir kesim tarafından kabul görmüştür. Bu 300-500 kişi sayıca hiç önemli olmasalarda malesef seslerini fazla çıkarabilmeyi başarabilmiş, bazı kesimlerce Türkçülüğün bu şekilde anılmasını sağlamışlardır.
Cezaevinden takip edebildiğim kadarıyla sosyal medyada yine bir grup bu yönde çalışmalar yapmaktalar. Bu sinsi oyuna karşı bütün arkadaşlarımızın dikkatli olması gerekmektedir. Bu oyunu yapan şahıslara karşı en güzel cevabı Türk Milliyetçiliği'nin gerçek lideri Cennet Mekan Alparslan Türkeş 1944 yılında Türkçülük Turancılık Davası'nda yargılanmış olduğu mahkemede, başkanın sorduğu soruya verdiği cevapla göstermiştir. Mahkeme başkanı, ''Turancılık hakkındaki fikriniz nedir?'' diye sorduğunda, Cennet Mekan Alparslan Türkeş; ''Bütün Türklerin birliğidir, ruh birliği, gelenek birliği, kültür birliği ve en önemlisi ise iman birliğidir, İslam birliğidir.'' demiştir.
Türk Milliyetçilerinin liderinin üstteğmenken bile duruşu bu konuda çok nettir. Bu sayede de Türkçülük Hareketi Şamanizm ile soslanmış ateistlerin eline geçmemiştir. Uzun yıllardır uyuyan bu görüş üzülerek takip ediyorum ki sosyal medyada tekrar canlanmaya çalışmaktadır. Bence bu konuda çok dikkatli ve çok hassas olmak, Türk İslam Birliği'ne gönül veren bütün herkesin sorumluluğu ve görevidir. Türk Milliyetçilerine kurulan bu sinsi oyun hemen hemen aynı yıllarda yani 1960 ve 1970'li yıllarda Alevi vatandaşlarımıza da uygulanmış, (üzülerek söylemeliyim ki Alevi vatandaşlarımızında içinde az da olsa yer bulabilmiştir.) Aleviliğin sosyalizm ile tanışmış olduğu yıllarda sosyalistlik sosuyla ateistliği bazı Alevi kesimlere sokabilmişlerdir. Tabiki büyük kitle Ehlibeyt sevgisine sadık kalarak Ehlibeyt'e yapılan geçmiş zulmün davasını devam ettirmişlerdir.
Biraz önce bahsettiğim Sosyalizm sosuyla süslenmiş ateizmin tezgahına düşen 1960'lardaki ilk Aleviler'in yetiştirdikleri kişiler ise şuan DHKP-C örgütünün yöneticileri olarak ya da Cumartesi günü Hatay'da hain bombalı saldırıyı düzenleyen ACİLCİLER örgütünün yöneticileri ve üyeleri olarak bugün karşımıza çıkmaktadırlar.
Çocukluğumdan beri Ashab-ı Kiram'ın ve Ehlibeyt'in hayatını merak ettiğim için, bu konularda yazılan eserleri her zaman merakla okurdum. (O dönemi hem Şii hem Sunni kaynaklarından okudum.)
Okumalarım neticesinde oluşan fikirlerimi bazı dini bilgisi iyi olan arkadaşlarla paylaştığımda bir çoğu fikirlerimi mantıklı bulmuş, ancak bu fikirlerimden dolayı günah alabileceğimi söylemişlerdir.
Mesela ben hiç bir zaman Ebu Süfyan'ın ve karısı Hind'in gerçekten iman ettiklerine inanmadım. Ebu Süfyan'ın karısı Hind, İslam savaşında yakın akrabalarını öldüren Hz. Hamza (R.a)'dan, Hz. Vahşi vasıtasıyla intikamını almış, diğer akrabalarını öldüren (İslam savaşında) Hz. Ali'den ise oğlu Muaviye'nin sayesinde intikam almıştır. Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan (R.a), Hz. Hüseyin (R.a)'den ise torunu Yezid sayesinde intikam almaya zulm etmeye devam etmişlerdir.
Halifelik koltuğunu Hz. Ali (R.a)'nin vefatından sonraki yıllarda dolduran Muaviye'nin ve Yezid'in de ben gerçek anlamda iman ettiklerine asla inanmadım. Münafıklığın İslam'a Ebu Süfyan, karısı Hind, çocukları Muaviye ve torunları Yezid sayesinde girdiğine her zaman inandım ve bundan emin oldum.
Hz. Hamza (R.a)'yı şehit eden Vahşi'yi bile ''Hz.'' sıfatıyla andığım halde, halifelik yapmış olan Muaviye'yi, oğlu Yezid'i hiç bir zaman ''Hz.'' olarak anmadım. Dönemin Şeyh-ül İslam'ının vermiş olduğu fetvaya da saygı göstermedim. Çünkü o fetvayı Muaviye'nin etkisiyle verdiğine inandım. Ehlibeyt'e yapılan bunca zulümden sonra Şeyh-ül İslam'ın; ''kim ki bu konuları konuşur, tartışmaya açarsa, fitneye sebep olacağı için dinden çıkar.'' fetvasını bu yüzden önemli görmedim.
Yine aynı tarihlerdeki bütün hutbelerde Yüce Allah'ın evinde Ehlibeyt hakkında aşağalıkça sözler söylenmiş, o sözlerde dönemin Şeyh-ül İslam'ının izniyle oluşmuştur.
Gençliğimin ilk yıllarından beri bu konuları okurken her seferinde kendime söylediğim; ben de o devirde yaşasaydım Hz. Ali (R.a), Hz. Hasan (R.a), Hz. Hüseyin (R.a)'e yapılanlara isyan ederdim. İntikam davası güderdim. Bu yüzden dolayı da galiba ben ve soyumda Şii olarak anılırdık.
Büyük zulme uğrayan insanların çektikleri acılar uzun yıllar hatta uzun yüzyıllar sürerse, kendilerine kurtarıcı olarak bekledikleri kişilere karşı mitolojik güçler yükleyebileceklerini hem Şii mezhebinin bir çok kolunda, hem de dünyanın değişik coğrafyalarında yaşanmış bir çok olayda görebiliyoruz ve şahit olabiliyoruz. Bunlar yaşamın gerçekleri olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak ülkemizde 1960'larda başlayan aslında ateist görüşlerine taraftar toplayabilmek için Alevilik veya Şiiliğin parçasıymış gibi, içindeymiş gibi sunan sayıca az olan bazı kesimler (Anadolu Aleviliğince kabul görmeselerde) 2. - 3. nesillerinde tehlikeli militanlar yetiştirmeyi başarmışlardır. Bunların ne Şiilik ne de Alevilik ile hiç bir ilgilerinin olmadığıda ayan beyan ortadadır. Daha önceki satırlarımda da belirttiğim üzere DHKP'C'nin ve Hatay'da ki eylemi yapan ACİLCİLER'in bir çoğu aslen ateist olan bu kişilerden oluşmaktadır.
Bence Hatay'da ki patlamadan sonra devlet ve millet olarak kendimizi gerçeklerle sorgulamamız gerekir.
Bombalama eylemini yapanların Suriye gizli servisi El Muhaberat etkisiyle yaptıklarını söylüyoruz. Bu konuda devletimizin elinde yeterince deliller de varmış. Ancak gerçek şu ki; Suriye'de hiç bir devlet kurumu işlemiyor. Bütün herşey İran'ın kontrolünde, İran gizli servisi Savama'nın onayı olmadan böyle bir eylemin yapılabilmesi mümkün değildir. Lübnan'ın Hizbullah kontrolündeki bölgesi ve Suriye şuan için İran'ın eyaletleri gibidir. Irak'taki Şii bölgesi ise Amerika'nın üzerlerindeki az da olsa etkisi yüzünden İran'ın yarı eyaleti gibidir.
Yaşadığımız bu kahpe olayın benzerlerini önümüzdeki günlerde de yaşayacağımız ise kaçınılmazdır. Peki bunun önüne geçilebilir mi? Evet tabiki de önüne geçilebilir. Ancak ilk okuyunca biraz vahşi, biraz itici, biraz acımasızca gelecek bir formülle engellenmesi sağlanabilir. İran'ın bir kaç büyük kentinde peş peşe birkaç büyük patlama olursa, ülkemizdeki patlamaların hepsi bıçak gibi biranda kesilecektir.
Bunu şöyle düşünmek lazım. Mesela kasaptan alışveriş yaparken en güzel et kuzu eti olduğu için bu eti alıp yiyoruz ya, kuzu şiş yaparken ortada çok güzel bir görüntü var, yanında sebzeler, çok güzel bir koku, yani kötü olan hiçbir şey yok. Ancak olayın bir iki gün öncesini düşündüğümüzde annesinin yanından zorla ayırılan bir süt kuzusunun gırtlaklanması var. Yani insanla kıyaslarsak bir bebeğin öldürülmesi var. (Vicdanımızı rahatlatmak için ama o hayvan diyebiliriz.) Oysa ki seyrettiğimiz belgesellerde her canlının yavrusuna olan sevgisini görebiliyoruz. Yavrularının hayatta kalması için kendilerini feda edişlerini izleyebiliyoruz.
Gerçek hayatta böyledir. Görünen normal bir hayat, bir de görünmeyen kirli işler yapan, kirli planları yapan devletin istihbarat birimlerinin hayatı, bunu kimse seslendirmesede bütün herkes biliyorki İran İstihbaratı'nın onayı olmadan bu olay yapılamaz. Önce istihbarat birimleriyle böyle bir olay yaptırıyorlar, sonra herkesten önce dış işleri bakanlıklarınca başsağlığı diliyorlar, üzüntülerini belirtiyorlar. (Yani timsahın göz yaşları.)
Geçmişte bizim ülkemizdeki Milli İstihbarat Teşkilatı farklı tarihlerde iki tane Mit Raporu yazdı. Yani en büyük icraatları yazdıkları bu iki rapor. Bu raporlarda ismim geçtiği için bende merak edip okudum. Mit Raporu'ndan daha çok porno romanı gibi baştan sona kim hangi karıyı kime getirdi, kim hangi karıyla beraber oldu. Dedikodulara dayalı iktidarsız ve hayal gücünden yoksun bazı insanların yazdığı aynı pornografik bir roman gibi.
Son yıllardaki Milli İstihbarat Teşkilatı'nı cezaevinden de olsa takip edilbilme imkanım oluyor. Afganistan'da kaçırılan mühendisi hemen alıp getiriyorlar. Kuzey Afrika'da yapılan halk ayaklanmalarında Dışişleri Bakanlığı'yla koordineli olarak oradaki vatandaşlarımızı kazasız belasız diğer tüm ülkelerden önce boşaltmayı başardılar. Yani asli görevlerine döndüler. Dış ülkelerdeki olaylarla ilgileniyorlar. Ülke içindeki istihbaratı neredeyse tamamen Emniyet İstihbarat Dairesi'ne bırakmış durumdalar. (Doğru olanda bu.)
İran'ın uranyum zenginleştirmesi konusunda Brezilya ile beraber Amerika, İsrail ve Avrupa Birliği'ne karşı İran'ın yanında durduk, İslam dayanışması gösterdik. Her iki ülkenin liderleri karşılıklı ziyaretlerde bulundu.
Kuzey Irak'taki PKK kamplarına karşı koordineli operasyonlar yapıyorduk. Yani her şey olması gerektiği gibiydi. İlk önce ufak bir sorun çıktı. Türkiye'deki iktidar, petrol ve doğalgaz aldığı ülkelere müracaat ederek fiyat ayarlaması istedi. Yani daha önceki iktidarlar zamanında yapılan anlaşmaların ülkemiz aleyhine olduğunu, fiyatların çok yüksek olduğunu belirtti. Rusya ve Azerbaycan fiyat ayarlaması teklifimizi kabul edip hemen fiyatları ciddi oranda düşürdüler. Ancak İran bunu kabul etmedi. Bizde bu yüzden uluslararası hakem mahkemelerine başvurduk.
İran bunun üzerine en tehlikeli hamlesini yaptı. Önce PKK'ya karşı beraber yaptığımız operasyonlardan çekildi. (Beraber dediğim, aynı anda yaptığımız operasyonlardan çekildi.) Sonra da PKK ile ateşkes anlaşması yaptı. Yaptıkları bu anlaşmadan sonra PKK'lılar İran topraklarından ülkemize girerek birçok askerimizi, vatandaşımızı şehit ettiler.
Milli İstihbarat Teşkilatı'mız bence tarihinin en büyük operasyonunu yaparak PKK liderleriyle direk görüşmelere başlayıp silah bırakmaya gidecek bir anlaşma için yol haritası belirledi. Bu görüşmeler esnasında hatırlarsanız İran'daki hem askeri, hem sivil yetkililer ülkemizin aleyhinde devamlı açıklamalarda bulunuyorlardı. Dış işleri bakanlığımız bu açıkalamaları sorduğunda; ''Onların kişisel görüşüdür, bu sözler İran'ın devlet politikası değildir.'' deyip işin içinden çıkmaktaydılar. Dünyadaki en tehlikeli ve değişken politikalara sahip milletin İngilizler olduğu konusunda, dünyadaki herkes hem fikirdir. İkinci etkili ve tehlikeli politika stratejisine sahip milletin ise İranlıların (Acem-Farsi) politikasının olduğunu söylerler. Buradan çıkaracağımız netice o yapılan açıklamaların hepsi İran Devleti'nin politikası olduğudur.
Milli İstihbarat Teşkilatı'nın PKK ile yürüttüğü süreç bölgedeki tüm güçlerin elindeki bize karşı olan argümanlarını ortadan kaldırmıştır. Buna karşılık Hatay'daki bombalama gibi birçok olaya maruz kalacağımız ise aşikar bir şekilde ortadadır. Bundan 6-7 sene evvel sizlere sohbet amaçlı yazdığım mektupları okursanız orada, ''Bizi Sunni bloğun lideri olarak, Şii bloğun lideri olan İran ile savaştırmak isteyeceklerdir, dikkatli olmalıyız.'' diye yazmıştım. Ancak biz dikkatli olurken İran'ın da kendine gelip dikkatli olması gerektiğine inanıyorum.
PKK konusunda Milli İstihbarat Teşkilatı'nın yaptığı bu hamleyle bizim ülkemizde bazı şeylerin değiştiğini anladılar. Ancak Hatay'daki bu bombalama çok önemli. Size, bana hatta kimseye vicdani gelmese de, hatta çok kötü bir fikir olarak gelsede, İran'a karşı muhalif gruplar el altından mutlaka desteklenmeli, Hatay'da patlayan bombanın 10 katı, 20 katı büyüklüğündeki bomba Tahran'ın göbeğinde patlamalıdır. Bu patlamalardan sonra da aynı onların yaptığı gibi bizim Dışişleri Bakanımız başsağlığı dileklerinde bulunmalıdır. İran'ın bizim ülkemizde işleyişin tamamen değiştiğini anlayabilmesi için bu şarttır. Caydırıcı olması için bu tip karşılıkları CIA, MOSAD ve SAVAMA örgütleri devamlı yapmaktadır. Bizimde caydırıcı olmamız için mutlaka ama mutlaka yapmamız gerekir. Bu sayede bize kötülük yapanlar ve planlayanlar; ''Müslüman Türk'e karşı yapılacak her günahın bir intikam meleği olacağını iyice öğrenip hafızlarına kazırlar.''
Arkadaşlar bana yazmış olduğunuz mektuplarda açılım süreciyle ilgili ne düşündüğümü bir çok kez sormuşsunuz. Oysa ki 11 Nisan 2011 tarihinde Aksiyon Dergisi'ndeki röportajımda ben bunu henüz ortada süreç yokken söylemiştim. Mektubumun sonuna röportajdaki o bölümü ekleyeceğim. Okumamış olanlarda bu sayede düşüncemi öğrenmiş olurlar.
Hatay'daki bombalamadan dolayı üzgün olduğum için kişisel sohbetlere değinmedim. Bir sonraki mektubumda inşallah kişişel sohbetlere de değinirim.
Sizi ve tüm sevdiklerinizi Yüce Allah'a emanet ediyorum.
AKSİYON SORU; Türkiye, dünyada giderek ivme kazanan bir ülke konumuna geliyor. Siz bu gidişatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
SEDAT PEKER CEVAP; ''Kader milletimize bir kez daha tarih sahnesine çıkma hakkını sunmaktadır. Türk devletlerinde yaşayan soydaşlarımız ve diğer tüm Müslüman âleminin lokomotifi olup tekrar dünya dengelerine yön verebiliriz. Ayağımızdaki tek pranga, Güneydoğu, yani Kürt meselesidir. Bu sorun her ne olursa olsun mutlaka çözülmelidir. Ayağımızda bu pranga olduğu sürece tarihin bize sunduğu misyonun hakkını vermemiz mümkün değil. Mümkünse askerî operasyonlarla, değilse şehit ailelerinin de hassasiyetleri düşünülerek yapılacak görüşmelerle mutlaka çözülmelidir. Sünnet olurken akıttıkları birkaç damla kanın haricinde ne kendi kanı akmış ne de bir başkasının kanını akıtmış insanların sahte çığırtkanlıklarına önem verilmeden derhal bir çözüm bulunmalıdır. Tekrar söylüyorum, kader Türk milletine tekrar dünya sahnesinde belirleyici olma rolü biçmiştir. Türkiye dünyada söz sahibi olmak istiyorsa bu fırsat asla kaçırılmamalıdır. ''
SEDAT PEKER
anondan cevap; mal orospu çocuğu kim okur bunu, sonsuza kadar hapiste kalıcaksın xd
@anon: kardes su mesajini reyizin suretina soyleyebilir misin? o kadar erkek misin?