Velazquez’in , “Las Meninas” isimli tablosuna hiç rastgeldiniz mi bilmem. Ben kendisiyle epeyce geç tanıştım Çok sevgili iki sanatçı dostumun evlilikleri için bastırdıkları düğün davetiyesinde vardı bu tuhaf resim. Ben de henüz on yedi yaşıma girdiğimden Velazquez’in bu resminin davetiyeye dönüşmüş olmasından daha fazla önemsemedim. Sonra pek çok yerde tekrar karşıma çıkmaya başladı. Belgesellerde, sanat tarihi kitaplarında ve en sonunda National Galery ‘de. Her karşılaştığımda biraz daha ilgimi cezbetti. Ve aniden orijinalini çırılçıplak karşımda, hatta uzanıp dokunabileceğim bir mesafede buluverince meraklı mahalle kadınları gibi incelemeye koyuldum. Ressamın tekniği, ışığın süzülüşü, figürlerin dokusu beni büyülemişti evet ama bir terslik vardı bu resimde. Bir seyirci olarak konumlanmaya alışık olduğum açıdan başka bir yere sürüklüyordu beni bu tuhaf tablo. Resmi yapılan kimdi? Tablo çerçevesinin içine aldığı resmin kendisi miydi yoksa ressamın baktığı yer miydi? Eğer baktığı yer ise kendisi de niçin tablonun içindeydi? Velazquez’in bu resminin karşısında adeta beyin cimnastiği yaparken, tüm o estetik harikuladeliğin yanı sıra başka birşeyi daha keşfetmiş oldum. Gören ve görülenin bir açı değişimiyle nasıl başkalaşacağını, tüm ezberlerimizin nasıl da ters köşe yapabileceğini bir anda anladım. Sinemayı artık başka bir gözle değerlendirmeye, tiyatroya farklı noktalardan bakmaya hatta gündemdeki tartışmalara açı değiştirerek bakmanın, aklı devreye sokmanın o kadar da fena olmadığını kavramaya başladım. Bunu bana sanatın gücü gösterdi.
Ve şimdi izninizle benim kameranın açısını gündem içi sanat tartışmalarına çevirmek istiyorum. Sanatın ulaşılabilirliğinin “devlet eliyle” mi olması gerektiği konusu hala tartışılmakta. O halde biraz para- sanat ilişkisine “zoom” yapmakta fayda var. “Para, insan soyunun yabancılaşmış yeteneğidir.” Diyor Marx. (Economic and Philosophical Manuscripts of 1844) Yetenekten bahsediyor ya, ilgimi çekiyor. Fakat bu bahsettiği yetenek benim zannettiğim gibi iyicil anlamlar taşıyan bir yetenek değil sanırsam. Zira benim anladığım, insanın emeğinin sonucunda maddeye dönüşen, dolayısıyla sonradan sahip olunan fakat insanın tabiatında uyumsuzluk yaratan bir yetenek. Her yeteneğin bir marifeti vardır. Paranın ne gibi marifetleri vardır o halde, diye soracak olursak, şu yanıtları almamız olası diye yanıtlıyor Marx : “Para görünür tanrısallıktır, insani ve doğal bütün özelliklerin kendi karşıtlarına dönüştürülmesi, şeylerin evrensel bozulması ve çarpıtılmasıdır. Olanaksızlıklar parayla birbirine lehimlenir. Bir insan olarak yapamadığım, dolayısıyla bireysel ve özsel bütün güçlerimin yapmaya yetmediği şeyi para ile yapabilirim. Para, böylece bu güçlerin her birini kendisi olmayan birşeye dönüştürür; yani her birini kendi karşıtına döndürür. Vefayı vefasızlığa, sevgiyi tiksinmeye, tiksenmeyi aşka, erdemi kusura, kusuru erdeme, uşağı efendiye, efendiyi uşağa, aptallığı zekaya, zekayı aptallığa dönüştürür.”
Şöyle bir düşünüyorum da hak vermemek elde değil. Zenginlik yüzünden parçalanan akrabalıklar, yoksulluk nedeniyle parçalanan aileler, maddi çıkarlar yüzünden buhar olan aşklar, kazanma hırsı yüzünden sırtından bıçaklanan dostluklar, paranın el değiştirmesiyle kurulan yeni hükümdarlıklar, vs… Ama hiç mi işe yaramaz şu meret? Hiç mi iyiye, güzele olanak sağlamaz? Örneğin dünyanın en iyi ressamlarından birer tablo alıp, evime asıp estetik zevkimi okşamasına kim, neden karşı çıksın ki? Neticede sanatçının yahut ailesinin karnını doyurması gerekmez mi? Elbette o kitabı satın alarak, o oyunun biletinin ücretini vererek, o müzisyenin plağını alarak, ben parayı iyi bir amaç uğruna kullanmış olmam mı? Bu sorunun yanıtı için kameramızı “zoom” dan kurtarıp biraz daha genel plana alalım.
Günümüz kapital anlayışında sanatçı nerede konumlanıyor? Velazquez’in tablosu gibi bu manzarayı da inceleyelim. Varsaydığımız gerçek şu : Sanatçı yaşayabilmek ve sanatını icra edebilmek için para kazanmalıdır. Fakat dönüştürülmeye çabalanan ve maalesef benim de kendi mesleki çevremde gözlemlediğim gerçek ise şu : Para kazanmak için sanatını icra edemeyen sanatçılar. Yahut sanatçının haklı olduğunu düşündüğüm öznel sebeplerle, piyasa koşullarına bağlı artan veya azalan maddi değeri. Örneğin biz oyuncular arasında artık normalleşen bir sorudur, “ Senin kaşen ne kadar?” Yani icra ettiğin şeyin ederi nedir? Yani sen aslında kaç para edersin? ( Çok acı bir itiraf notu düşülsün buraya: Benim kaşem bayağı düşük.) İşte tam olarak burada sanatın satın alınabilirliği, sanatçının ne kadar özgür ve özgün olabileceğinin yanıtları kendiliğinden veriliyor.
Biraz evvel Marx’ın para- insan doğası üzerine yaptığı tanımlamalar, sanatçının üzerine tam oturuyor. Ve gelinen bu noktada sanatçı da kendi tabiatına yabancılaşıyor. Paranın yeteneğini görebiliyor musunuz? Sanatçının kendine yabancılaşması, üretilen eserin yalnızca piyasa değeri olan ve biricik olduğu için hayli yüksek bir fiyatla satılma olasılığı bulunan bir metaya dönüşebilmesi sebebiyle gerçekleşiyor. Sanatçının varlığını bir tüccara dönüştürme yeteneği, kapitalist düzeneğin onayladığı bir anlamdır kuşkusuz. Zira sanatçılığın ve tacirliğin birbirinden çok uzak uğraşlar olduğunu biliyoruz. Shakespeare bir yazar, şair ve felsefeci olarak “Venedik Taciri” gibi nefis bir oyun yazabilir ancak ondan “Venedik Taciri” olması bekleyemeyiz. Oysa günümüz Türkiye’sinde sahne sanatlarının özelleştirilmesiyle sanatçıdan beklenen tam olarak budur. Fakat dedik ya para iki zıt kutbu bir araya getiren en pırıtılı unsur. Demek ki ben ustalarımdan yanlış öğrenmişim. Sanatçının derdinin sanat ve yaşam olması gerekliğine “para kazanma hırsı”nı da eklemek gerekiyormuş. Burada kameramızın netliği biraz bozuluyor. Görülenin tam olarak ne olduğunu kavramakta zorlanıyoruz.
Sanat eserinin gücünü, onun parayla edinilme oranı belirleyemez. Asıl belirleyici, dolaysız bir biçimde dokunabildiği, ruhuna nüfuz edebildiği kadar çok bünyeye ulaşabilmesidir. Bu sanatçıyı ve eseri güçlendiren yegane unsurdur. Bunu kelimelerle, notalarla, renklerle, mermerle, kamerasıyla yapabilene ne mutlu. Ama biz bedenimizle yapmak zorundayız ve inanın bunu satmak, sermaye patronlarına, paranın himayesine sunmak hiç de o kadar kolay değil. Sanat da aşk gibi esirgenmeye değmez ve satın alınması kendisi doğasında uyumsuzluk yaratır.
Bu kısımda sanatçının toplumsallığı, eserinin herkes için ulaşılır olması ve kitlelere uyarıcı etkisi yapması da konunun alt başlıkları arasına girer ki tam bu noktada tekrar Türkiye’nin trajikomik sanat gündemine geri dönmeden edemeyeceğim.
Hepimizin ibretle seyrettiği baş aktörlerden mi desem, (aktör deyince ustalarıma saygısızlık olur) figüran mı desem, (bu defa da emekçi kardeşlerime haksızlık olur) kısaca ne şekilde tarif edeceğimi kestiremediğim RTE’ nin adeta bir sanat felsefecisi edasıyla, yıllardır tartışılagelmiş bir soruya son noktayı koyması, artık kamerayı tümden kapatmama sebep oldu. “Bunlar sanatı sanat için yaparlar! Sanat toplum içindir!” (şahsen ben kendisinin komedide daha başarılı olduğuna kesin gözüyle bakıyorum.)
Elbette bu sonuca; Aristotales’siz, Platon’suz, Diderot’suz, Spinoza’sız, Kuçuradi’siz, Sartre’sız, Marx’sız, Engel’siz, Euripides’siz, Hegel’siz, Duchamp’sız, Tunalı’sız, Shakespeare’siz, Kant’sız, Warhol’suz, Freud’suz, Weber’siz, Homeros’suz, Nietzsche’siz, Picasso’suz, Sophokles’siz, Goethe’siz, Rembrandt’sız, Brecht’siz, Mayakovski’siz, Ionesco’suz, Bach’sız, Eco’suz, Adorno’suz, Foucault’suz, Rothko’suz, … nasıl ulaştı bilinmez. Ama bir adam çıkıp bu kadar kolay yanıtlayabiliyorsa ve bir anda çoğunluk bu şekilde bu şekilde düşünmeye başlıyorsa, başımızı iki elimiz arasına alıp kara kara düşünme vakti gelmiştir, beyler ve bayanlar.
Karşımızda şaşılacak zekasıyla en fazla yanıt aranılan sorulara bir çırpıda karşılık veren biri var. Bence yatıp kalkıp bu dehaya şükredelim. Ha siz mi? Tüm bu yukarıda sayılan ecnebilere kafa mı yordunuz bunca zaman? (Kuçuradi ve Tunalı dahil.) Ah be kardeşim, amma da boş vaktiniz varmış! Bak başbakan ne güzel şıp diye verdi cevabı. Verdi de sanki ufak bir mantık hatası yaptı beraberinde. Neticede sanatın toplum için yapılması kabul edilebilir bir yargıyken, Devlet Tiyatroları’nı, Şehir Tiyatroları’nı, Opera ve Bale’yi toplumun ulaşmasının daha mümkün olduğu bir işleyişten kopartıp, hiç de toplumla, halkla ilgisi olmayan sermayenin kucağına oturtup, özelleştirmek ne anlama geliyor? Yoksa sanat alanını boş bırakan yeni muhafazakar zenginler mi yaratılmak isteniyor? Hani sanat toplum içindi? Bu durumda özelleştirmenin, sanatçıyı tüccar pozisyonuna ya da pazarda seçilen domates kıvamına getiren, üretimi estetik odaklı olmaktan çıkarıp, kar odaklı bir şekle büründürmenin toplumcu sanat anlayışıyla hangi noktada örtüştüğünü açıklayabilen var mıdır, merak ediyorum. Ben denedim, ayna karşısında çok çalıştım, yapamadım.