Nihat Genç: Şeytanın pezevenkleri
Hindistan’ın meşhur Moğol hükümdarı Babür Şah, anılarında anlatır, eğlenceleri arasında sonbaharda ‘hazan seyretmeye’ gidermiş, geniş yapraklı büyük ağaçların altında toplanmış kurumuş sapsarı yaprak kümelerinin zevkine doyum olmazmış.
Yazımı gelecek haftaya bıraktım, demlensin diye değil ‘enkaz’ seyretmekten bir türlü kafamı veremiyorum, enkaz içinde hadi siz de itiraf edin nedense gözümüz kırk yılın orospusu yazarlara çevriliyor, niyeyse onların zavallı kepaze hallerine sümük bulaşmış mercimek gibi küçük gözlerine takılıyor insanlığımızdan biz utanıyoruz, Özal’dan beri kirli bir enerjiyle dolmuş kırk yılın fay hattı kırılıyor kırk yılın depremi gibi bir paradigmanın çöküşünü izliyoruz, eski kerhanelerde ‘orospu seyretmek’ diye bir şey vardı, parası olmayanlar kapıda toplanıp elleri cebinde Samanpazarı’ndan giyilmiş ucuz ama çok parlak takım elbiseleriyle öyle bakarlardı, bakıyoruz aydınlarımıza, bu hayata, kerhaneye nasıl düştüler, keşke rezilliklerini seyretmek zorunda olmadığımız bir dünyamız olsaydı, mecburuz, bakıyoruz işte, köşelerinde, kaporta motor şanzıman dağılmış hangi İslamcı hangi yandaş işadamlarının ağız sularını akıtma gayretindeler hala kimbilir, düşünceye bu kadar uzak bir hayata nasıl düştüler, onları üç kuruşluk bulgur suratlı İslamcı hırsızların kerhane patronlarının kucağına kim düşürdü, ne iradeleri ne tutkuları ne canlılıkları kaldı, o şehriye suratlı İslamcı kadınlarla onları kaderin hangi sillesi yan yana getirdi, buruşuk katmerli göbekleri süzme yoğurt torbası göğüsleriyle, gözleri artık iki çürük diş gibi poz vermeyi sürdürüyorlar hala ekranlarda, böyle zamanlarda insan bir yanardağ olsa hepsini içine atsak diyesi de geliyor, bu kadar kepazelik ey Allahım insan evladına yakışır mı, kelimelerden artık hiçbir dayanak noktası, yaşadığımız hayata artık hiçbir tutunma noktası kalmamış, tüyleri soyulmuş maymunlar, ne deseler tutmuyor yalandan bir kayışları vardı o da koptu, dilleri suratları kelimeler yalama bir günde sünepe oldu, bu kadar sefil bir son onlar için ben bile hiçbir zaman hayal etmedim, özgürlük, demokrasi, liberal gibi kelimeleri cinsel organları uyuşuncaya kadar her şekilde kullandılar, ne baş ağrısı çektiler ne suratları kızarma bildi, ilkokul birinci sınıfta yaşadığım bir dehşet anını aradan elli yıl geçtikten sonra yeniden yaşıyorum, bir sağlık haftası sergisinde, frengiden çürümüş suratlar ve cinsel organları çerçeveleyip duvara asmışlardı, kaldıysa yıkılmadık duvarlarınız, asın bin çeşit çürümüş suratı, bir ülkemiz kalırsa ‘ibreti alem’ diyeceğiz, ortaçağların şeytanlarını biliriz de, ortaçağdan beşyüz sonra gelmiş o şeytanların şimdiki pezevenklerini, asın duvarlarınıza, bu ülkede kalmadı belki başka diyarlardaki insanlar görüp bizler adına sevabına utansın.
'ÜÇ YÜZ SUBAYI SIĞIRLAR GİBİ İFADELERİNİ ALMADAN İÇERİ ATTILAR'
Büyük siyasi sosyal depremler yaşamış bir milletiz, küfürler çığlıklar cıyıltılar içinde enkaz başında, gözyaşı dökmeyenimiz yok, enkaz başında saç baş yolan dizlerini döven cıyıltılar arasında en çok duyulan sözcüklerden biri ‘devlet nerde?’, henüz iki yıl kadar önce, kırk derece sıcak altında uçsuz bucaksız tarlalar içinde Silivri önündeydim, salonda gördüklerime dayanamadım, yüzlerce yüksek rütbeli subay’a hava kuvvetleri komutanına kadar, çocuk sümüğüne bulanmış mevlid şekeri gözlü hakimler, duruşma salonunda, esirden beter, işi bitmiş hastalıklı eşek muamelesi çekiyor, düşüp bayılacağım, tansiyonum yükseldi, kaçıyorum güneşin kavurduğu sapsarı otlarla dolu tarlalara doğru, çıldıracağım, Allahım, Allahım Allahım nerdesin? Kapıda demir dikenli ince uzun kaldırımın ortasında iki doksanlık ihtiyar, oğulları bu ülkenin en yüksek komutanı, duruşmaya yetişmeye çalışıyorlar, yürümeye hacetleri kalmamış, iki adım atıp bir soluklanıyorlar, milim milim adımlarla, iki yüz metrelik mesafeyi bir saatte o güneşin altında, birden önlerinde beni gördüler tarlalara doğru kaçarken, bu Nihat değil mi, deyip, alttan başını güçlükle yukarı kaldırdı, yaşı belki de doksanbeş, ihtiyar teyze, temiz giyimli sakin düzgün konuşuyor, elinde bastonu boynunu dik tutamıyor, aşağıdan yukarı, sözleri hala nazik, bedeni bir sopa kadar incecik, kimse duymasın gibi fısıltıyla kulağıma doğru: ‘oğlum, üçyüz subayı sığırlar gibi ifadelerini almadan içeri attılar, kulaklarımla duydum hakim kapıları tutun diye bağırdı, oğlum Türk Milleti nerde?, Nihat oğlum akşam televizyona baktım o kadınlar kahraman Türk subaylarına niye iftira atıyor’.
EKRAN OROSPULARI CUMHURİYETİ KURDULAR
Donuk çaresiz gözlerle ihtiyar teyzenin önünde esas duruşta gibiyim, kafatasım patlamakta olan düdüklü tencerenin kapağı gibi, son bir mecalin saygısıyla konuşmasını bitirmesini bekledim, Allah bana bir milletin düştüğü bu kadar ağır yenilgi anını hiç göstermese yaşatmasaydı, hıçkırıklar Sakaryalar Dumlupınarlar boğazımda düğümlendi, esas duruşumu sanki bu millete son görevimmiş gibi inadla bozmadım, ağzımdan laf çıkmıyor, her yer dinleniyor ne desem sus pus kayıtlardayım.
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağ romanında o meşhur Adana istasyonundaki son sahne gibi, anne istasyonda Yemen Hicaz cephesinden dönen yaralıların eteğine yapışıyor, oğlum ‘Ahmetimi’ gören var mı, Türk Milleti’nin hafızasına işlemiş o hangi Ahmet ağlayışı gibi, yüz yıl sonra bir daha, hangi millet soramıyor göremiyorum kimin eteğine yapışacağım bilemiyorum, ağrıma gidiyor diyemiyorum, cayır cayır öğle güneşi gırtlağımdan içeri hortum gibi bir şeytan kuyruğu sokmuşlar karanlık içinde boğulacağım, her yer işgal, medyası akademisi tık ses yok, mırıltılı sesiyle Türk Milleti nerde diye diye santim santim uzaklaştı, kalbim taş kömür sisil sisil yanıyor, anneciğim, Türk Milleti’ni işgal ettiler, subayları sığırlar gibi içeri tıktılar, attaboy’ün posterlerini yerlere attılar, Türkiye Cumhuriyeti’ni kaldırıp, yerine televizyonlarda, Ekran Orospuları Cumhuriyeti kurdular, ihtilal programı gibi, kim hangi şeyhin kucağındaymış frengili ağızlarından ültimaton gibi dinliyoruz sabahlara kadar.
Yerle bir olmuş yıkıntı başındayız kaç zamandır, devlet mi kalmış ordu mu emniyet mi hukuk mu kaldı yetişsin, neyi kaldırsın, neresinden tutsun, bir hasar tespit raporu, bir envanter çıkartacak hangi kurumu kalmış, tarihlerin en eski devleti en eski milleti, çürümüş çuval parçaları gibi lime lime.
Özal’la başlayan medya ve onun ‘kardığı’ 12 Eylül sonrası ‘aydın düzeni’ an itibariyle yerle bir oldu.
ÖZAL'LA BAŞLAYAN SÜREÇ BEDDUAYLA 'HURDA' OLDU
An itibariyle ülkemizde ağzının içine bakılacak tek bir okumuşu kalmadı. Oysa kırk yıldır manşetlerde ve ekranlarda ‘kıtlığı’ hiç görülmeyen en bol mallarımızdı. Çaresizliğimize dokunacak, teskin edecek, artık yalan da kalmadı. Her aydın istisnasız kendi yakın geçmişini tasihle (düzeltmeyle) meşgul, nasıl oldu bilmem, hepsinin uzamış boynuzları kendi kuyruksokumlarından kanlar içinde kendilerine giriverdi.
Oysa sınırları olmayan yazarlardı, bakanlarla arkadaş, elçilerle arkadaş, PKK’yla arkadaş, savcılarla arkadaş, patronlarla arkadaş, yabancı basınla arkadaş, sonsuz etiksiz ve hukuksuz sınırsız kamusal ilişki içindeydiler, gökdelenler gibi plaza plaza göklere yükselmişlerdi, İslamcısı cemaatçisi yan katlar ilave katlar ata ata Pensilvanya’ya kadar büyümüşlerdi.
Özal’la başlayan güya yeni projeler yeni fikirler güya açılımlar güya ileri demokrasiler güya özgürlükçüler istisnasız hepsi, an itibariyle bir bedduayla ‘hurda’ oldu, onları tarihin çöplüğüne taşıyacak sevabına bir hamalları bile kalmadı, şakasız mizahsız bu çıldırmış sırtlanlar, şimdi birbirlerini kemirerek yiyor, ancak üzerinde toplumsal olarak konuşulacak kadar çoktular, hatta bir ‘sosyal sınıf’ oluşturacak kadar, çıkarları ve imgeleri aynı, ancak hem medya patronları hem şeyhler için ‘maliyetleri’ çok düşük, televizyon binalarına mucur gibi ekranlara dolgu taşı, oldular, ekranları o kadar geniş sereserpe ve bol kullandılar ki sanırsınız ekranları ‘ikamet amaçlı’ kira vermeden otuz yıldır kullanıyorlar.
Özal’dan bugüne ülkemizde lastikten plastize, maaşına göre, ona buna eğilip bükülen, bir tuhaf, sözde liberaller aydınlar türedi, kendine demokrat, özgürlükçü diyeni, ne olmak istiyorlardı, anlayamadık, kimlik şöyle bir şey, insanın olmak istediğiyle toplumsal koşulların kesiştiği yer, arz ve talebin çakışma noktası gibi bir yer, bu piyasa ‘fiyatı’ böyle çıktı, sağ iktidarlar tam da onların arzularının koşullarına kırk yıldır hep uygun gelişti.
Bu (liberal, demokrat, özgürlükçü, İslamcı. vs. gibi) tanımlarla medyamızın her koluna ahtapot gibi sirayet etmiş aydınlar gün geldi Bağdat yoluna gün geldi Şam yoluna gün geldi Brüksel yoluna, kırk yılın kırk Ağustos ayı kafilelerle Tuna’yı ‘açılım’ ‘açılım’ diye geçip, seferlere çıktılar, ne olduklarını anlamamız mümkün değil, onları ‘eylemlerine’ göre kabaca sınıflayıp neyin nasıl çöktüğünü birkaç kelimecik belki anlamaya çalışalım, bir koyun işkembesinden şişirilmiş egoların kısa tarihine bir bakalım. Şimdi hepsi güya kırgın güya aldatılmış hissiyle bir vazo kıvamında konuşmaya çalışıyor dalak suratlı şişirilmiş işkembeler.
O ne kırgın kırılmış çıtkırıldım aldatıldık cümleler öyle, bir işkembeden bir kırık vazo olabilir mi, kırk yıl iktidarların buzhanesinde bu şişirilmiş balon işkembeler saklanırsa. Şimdi ilk defa yerle yeksan olduktan sonra o hiç tatmadıkları hüzün’den bir teğelleme cümle arıyorlar. Darvin’in teorisidir, hayatta ‘en uygun’u kalacak, üzülmeyin dert etmeyin, bu sağ iktidarlar ve sağcılaşan sol partiler yaşadıkça hepiniz ayakta kalacaksınız, çok geçmez o suratlarla sokaklarda çok geçmez yeniden insan içine karışacaksınız.
‘FAŞİST’ ‘IRKÇI’ ‘VESAYETÇİ’ SUÇLAMALARIYLA TAARRUZA GEÇTİLER
Bir din mi icad etmişlerdi yoksa hepsi gaip zaman elçileri mi, bir sonsuzluk fethine mi çıkmışlardı, sanatsız sanatkarlığı, siyasetsiz siyaseti, ülkesiz ve hiçbir kitapta yeri olmayan fikirlerle otuz yıl boyunca dalga geçip kahkahalarla ekranlarda nasıl oynadılar, fikirleri hiç yoktu ama iddialarıyla kırk yıl gel keyfim ekranlar yayla sefa sürdüler.
Önce, Özal’ın reformlarını destekleyen aydınlar güruhu ilk çekirdek kadroları oldu, haftalık dergilerde, gazete eklerinde cafcaflı ‘açılım’ ‘reform’ laflarıyla boy gösterdiler, Özal ve sağ iktidarlar bu güruhun ‘meziyetlerini’ pek takdir etti. İktidarın şöhretin ilk tadını almalar, önemli adam olmalar, toplum mühendisliği, kanaat önderliği, ekranlarda şişine şişine gerinmeler, paneller konferanslar, el altından özel otel odalarında iktidarla görüşmeler, ne için? Tam kırk yıl ekranlarda ve gazetelerinde tek kelime ne tazminat ne sigorta ne üretim ne işsizlik, ne marka ne bölüşüm, tek satır yazmadan yeni bir ‘aydın’ türü moda etmek için, tantanalı kelimelerle bir ülkeyi medyayı sorunları halkı boğuntuya getirmek için,
Dertleri başkaydı, hala anlamış değilim, neden Özal’ın l. Körfez Savaşı’nda ‘bir koyalım üç alalım’ tezini savundular, muhaliflerin meşhur üçün birini aldığın dediği, savaşa karşı çıkıyor diye neden Torumtay paşaları istifaya sürükleyip savaşa karşı diye bir orduya ‘faşist’ ‘ırkçı’ ‘vesayetçi’ suçlamalarıyla taarruza geçtiler. Hala anlamış değilim, bir aydın, bir yoksul halkın başına seyredilmiş yüzlerce atom bombası atılmasını niçin şehvetle destekler?
Irak’a savaşa girelim tezi. Bu tezi yirmi yıla yakın aşkla desteklediler, biz de bu vahşileri o günlerde tanıdık, tarihte hiçbir ülkenin hiçbir coğrafyada aydınları bu kadar aşırılaşmadı, savaşa karşı çıkan herkesi anında cezalandırıp kovdular, sözde suratlarını ekşitip güya aşağıladılar, ülkemizin, ne sert dramatik ve trajik bir uçurumun köşesinden dönmekte olduğunu o günlerde anladık, işte o günlerde Washington kapılarına kadar ‘yükselen’ ‘güzel oğlanlar’ olmaya başladılar.
Aynı aydınlar korosu hiç yorulmadan ve hiç ders çıkartmadan hemen peşinden Esad’ın dersini verelim tezini savundular, bir yandan da gün aşırı hafta sonları keyif yazılarında attaboy’e cumhuriyet’e küfürler edip tek parti dönemine iftiralar atıp, dinlene dinlene bir otuz yıl, ne olacak fikir özgürlüğü işte, halkımız anlayışla karşıladı, oysa bu kahpe sözlerle o uyduruk üniversitelerde onbinlerce asistanı yüzbinlerce gencecik öğrenciyi de bileyleyip üfürükle balonlayıp yetiştiriyorlardı, hayır, ifade özgürlüğünden de öte aşırı aydınlanma aşırı ışık patlamasıydı, Jupiter’den ışık huzmeleri dünyayı saran Sızıntı Dergisi’nin gazetelerinden de maaş alıyorlardı, hayır ifade özgürlüğü de değil, ne düşündüğünü ne söylediğini bilmeyen bu herifler düpedüz mürid boklarını misket gibi uflayıp tesbihleyip ‘büyük felsefe’ yapıyorlardı.
HEM IRAK'IN HEM SURİYE'NİN AN İTİBARİYLE TOPLUMSAL DOKULARI PARAMPARÇA
Hadi liberalini geçtim, en solcu ağbilerimizi dahi aman Barzani böyle istiyor diye Irak’ta Amerikan işgaline sessiz kaldıklarını ve de savaşı desteklediklerine şahit olduk ve biz de gençliğimizde okuyup ‘güzel adam’ yanılsamasına kapıldığımız bir çoğuyla selamı sabahı kestik, hatta kovulduk hatta düşman olduk, hatta içeri atın emri çıkarttılar.
Ülkemiz aydınlarının yüzde doksanı dahi değil yüzde doksandokuz gibi geniş ve coşkulu bir katılımla, yemekler lokantalar meyhaneler ve paneller eşliğinde, hem Irak hem Suriye savaşını, üstelik bilgiççe, üstelik pişkince, ve alaycı bir sarhoşlukla desteklediler, üstelik özgürlük ‘diskurları’ çekerek, bu kadar vahşilik ve hüsran, içlerinden tek kişi hala milyonlarca ölüye rağmen, bu vahşi işgal yeterince bir insanlık muhasebesini hak ediyor, an itibariyle demedi.Somut dünyadan, üç-beş soyut lafla, özgürlük, liberal, açılım, demokrasi diye diye cemaatlerin kucağına sağcı hükümetlerin oyuncaklığına palyaçoluğuna kaçmayı başardılar.
Milyonlarca insan öldü ölmeye devam ediyor ve hem Irak hem Suriye an itibariyle toplumsal dokuları paramparça, onüç yaşında küçücük kız çocukların evlerine sabah şafak sökmeden, önce Amerikan askerleri, birkaç yıl sonra El Kaide’nin manyakları girip yüzbinlercesine tecavüz etti, an itibariyle, içlerinden ne utanan ne pişman olan tek bir isim çıkmadı, maşallah kaya parçasından suratlarına, maşallah hala göktaşları gibi ekranlarda fırfır konuşmalarına…
Eski masallarda dağın tepesinde geceleri oturan cinler vardı, Türkiye’nin tepesinde oturan bu aydınlarımızın ikinci büyük gruplaşması, Avrupa Birliği’ne girme günlerinde meydana geldi.
Tabii Avrupa Birliği demek onlar için Türkiye’nin Ermeni ve Kıbrıs ve Güneydoğu politikalarında hem aşağılıkça hem de tavizkar bir politika izleyip güya ülkemizin önünü açmak anlamı taşıyordu, ah açmak, şeytanın pis kokulu huzursuz ağzını açmak, ah ‘açılım’…
Avrupa, aydınlarımız bu Avrupa bahsinde bizatihi gruplaşarak bir araya gelmeye, ortak toplantılar yapmaya, hatta vakıfvari çalışmalara hatta fonlanmaya hatta hastalık derecesinde bir ruh haliyle satış’a başladılar, Avrupa’yı keşfeden kaşifler, Batı’yı onlar bulmuşlardı, oradan komiserler getirdiler, eşeği yularına bağlayıp teslim ediyorlardı, herşey anahtar teslim bitmiş ancak ‘kokareç’ standartlarını halkımız acaba kabul eder mi etmez mi güler misin ağlar mısın işte bu popülist magazin ayrıntılara kalmıştık.
Yetmedi Avrupa Parlementosundan ya da Avrupalı malum gazetecilerle içli dışlı olmaya başladılar, hepsinin ortaklaşa kanaati şuydu: Türkiye’de vahşi faşist bir askeri iktidar vardı ve acilen yıkılmalıydı. Hangi yabancı gazetecilerle kanka oldukları hangi vakıflardan para aldıkları hangi lokantalarda geleneksel toplantılar yaptıkları artık herkesin bilgisinde, ‘satış’ın adı bilimsel anketler olmuştu, bilimsel anketler Türkiye’de hayvan sayımı gibi, laz, Kürt, Boşnak sayımı yapıyor, ekranlarda kaç Alevi kaç Kürt var tartışmaları güya çok normalmiş gibi bir insanlık suçu bir insanlık vahşeti bilim adı verilerek yapılıyordu, halkını hayvanlar gibi sayıp alınlarından damgalayıp Avrupa’ya pazarlayan, vahşilikleri hala bitmemiş tamamlanmamış bu güruhtu.
BİR HALKIN KATİLİ, BİR DEVLETİN KATİLİ, HUKUK’UN KATİLLERİ, NASIL GELİŞTİ
Bu dönem ayrıca bu aydınların koro halinde ‘yaftalama’ kalıplarını oluşturdukları yıllardır, kendilerine muhalif olan herkese, ırkçı, faşist, Kemalist, ulusalçı, kafatasçı, Kuzey Koreci, Saddamcı, Esadçı, Kaddafici, suçlamaları gırla gitti. Deli gömleği giydikleri çıldırdıkları ve aslında askeri bir işgal eylemine girdikleri açıktı, Avrupa’dan romantik solcular sırtlarını sıvazlayıp bağırıyordu, yürüyün özgürlükçü aslanlar kim tutar sizi.
Hızla kucaklaşmalar, gruplaşmaları, İslamcı ya da cemaatçi denilen yapılarla, mesela Abant toplantılarında, ya da Zaman, Yeni Şafak gibi gazeteler ve ekranlarında, bir araya gelmeleriyle, daha sonra çok daha operasyonel Taraf gazetesi, hepsi tarafından istisnasız ‘Kahraman’ gazetecilik ödüllerine ve iltifatlarına boğuldu, neyi yıkacakları kimlere saldıracakları, haritalar cephe krokiler kumpas komplo dijital sahte belgeler, tıkır tıkır işliyordu, vay babağzınıza rahmet, çatlayacak kadar saldırdılar.
Adına liberaller demokratlar özgürlükçüler İslamcılar cemaatçiler denilen bu ‘sürüler’ nerdeyse medyanın ve ekranların tümünü on yıllar boyu kullandılar, bir halkın katili, bir devletin katili, hukuk’un katilleri, nasıl gelişti büyüdü serpildi kucaklandı, maaşlandı, dönüp bir daha bakın, özgürlükçü cemaatçi hakimleri yüksek hukuk kurumlarında tımarhane fıkraları gibi, analarının … astik yapıp çelik çomak oynamışlar, işte bu zekalar Çanakkale’yi yeniden elimizden almaya çalıştılar.
Nerden baksan otuz yıla yaklaşan bir ‘tanışma’ ‘gruplaşma’ ‘cemaatleşme’ ‘oynaşma’ ‘el bebek gül bebek hop atıp hop tutmak’ serüvenleri gerçek bir ihanet romanını hak edecek büyüklükte ve derinlikte ve kirli tezgah maceralarla dolu, sizin o kudurmuş akıllarınıza Avrupalı gazeteci dostlarınız kurban olsun.
Aslında eylemleri: İki başlık altında, bir, etnik milliyetçilik’i özgürlükler haklar çerçevesine almak (böyle bir hak Avrupa’dan çoktan kovuldu), iki, Ilımlı İslam rejimini yerleştirip, İslamcılarla demokrasinin ve ekonominin önünü açmak (yanlışlıkla ortaçağın önünü açtıklarını bugünlerde kendileri itiraf ediyor.)
Ve sonra tuhaf bir şey oldu. İlhan Selçuk’u aldılar medyadan tıs yok, bilim adamı Erol Manisalı’yı aldılar tıs yok, Genelkurmay başkanını aldılar ‘tıs’ yok, yakınlarındaki solcu gazetecileri aldılar ‘tıs’ yok, kendi emniyet müdürlerini aldılar ‘tıs’ yok, tam tersine bu aydınlarımız topluca birden ‘gestapolaştı. Ve hatta onu da içeri alın bunu da içeri atın diyen direktif yazıları yazmaya başladılar, kaşla göz arası operasyon üstüne operasyon, milli yazarları, orduyu, muhalif medyayı birkaç gün içinde ‘çarmıha’ gerdiler ve karşısına geçip ‘oh olsun’ yazıları, ‘az bile oldu’ yazıları, ‘daha bitmedi’ yazıları, yazdılar, bu nasıl bitmez kin, öfke, altı yıl kusa kusa vura vura tıka tıka alay ede ede bitiremediler, bir yandan Hes’ler madenler dereler altın aramalar yaylalar imarlar peşkeş çekiliyor, herkesin önlerinde eğilmelerini beklediler, Anadolu’ya yeni bir Tanrı getirdiler, Diyarbakır meydanında otuz bin kişinin katilini ‘kurtarıcı peygamber’ gibi konuştururken mutluluktan hıçkırıklara mücrim gibi hezeyanlara garkolup ağladılar.
Kafalarına koyulanları yaptılar, Cumhuriyet Halk Partisini tarihten silmek, muhaliflerin kökünü kazımak, tomaları sürmek, gençlerin kafataslarını mermiyle parçalamak, sokak aralarında gencecik çocukları sopalarla dövüp öldürmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanı’nı dahi terörist yapan, kozmik odalara giren vahşi hukuksuz soruşturmalarla el altından işbirliği yapmak, ve bir taraftan bu gaddarlığı Avrupa basınına ‘Türkiye’nin önü açılıyor bağırsakları boşalıyor diye anlatmak’, ve bu temizlik çabalarının en güzel meyvesi meclise başörtülü bir milletvekili koyup işte özgürlüklerin önü açıldı diye yedi bucak bayram etmek, sevgili yurdum bunların hepsini gördü, bunun adını koymakta tereddüt etmeyin, bunun adı işgal’dir ve düşman kuvvetlerinin dahi tenezzül etmeyeceği, aşağılayarak, keyfini çıkartan bir işgal, ve zavallı eli kolu medyayla dinlenmeyle bağlanmış halkımıza bütün bu olup bitenleri bir Zürafa’yı seyrettirir gibi, bir sirki modern bir savaş karargahı haline nasıl getirdiklerine şahit olduk.
YİNE KOÇ YİNE ABD KAZANDI
Bu kahpe gruplaşmalar, bir doktora tezinden çok fazla daha geniş bir hesaplaşmayı hak ediyor, en gülünç yerleri ise, tıkandıkları yer oldu, etnik milliyetçik tezlerini dünyanın nerdeyse bütün anayasalarını okuyup yıllarca makaslayıp kesip bir türlü bir yasa maddesi haline getirememeleri, başaramadılar, gaz basmadı. çünkü istedikleri dünyada yoktu, ikinci tıkandıkları yer, Şam’da namaz kılmaktı, Rusya’ya rağmen Avrupa’ya rağmen yola çıktılar ve Suriye’ye karşı yüzyıldan sonra bir savaşta mağlup olduk, henüz bu ağır savaş yenilgisini ağızlarına aldıkları bir hatırlatanları yok, birkaç hayal kırıklığı olsa, bugünlerde göklerdeki yıldızlar kadar çok hayal kırıklığı, bu kadar hayal kırıklığını bir ülke kaldırmaz, Kuzey Sibirya’ya doğru ağaçların bittiği çalılıkların başladığı yerlere bizim makilik dediğimiz gibi ‘tundre’ diyorlar, ordan öte artık ‘ağaç’ yok demek için, buradan öte artık ‘insan’ yok, keşke içlerinde birkaç kişi bir kenarda münzevi mutsuz ama bu kirli işgale kalkışmasaydı, sakın hiç kimse bu hikayeyi beyne akla vicdana düşünceye çıkartmasın, bu düpedüz köpekçe bir ihanettir.
Bu geniş liberal İslamcı gruplaşmalar önce iktidara sonra medyaya ekranlara hakim olmalar ve kendi arkadaşlarını dahi içeri atmalar ve gestapolaşma, neresinden tutacaksın, kini öfkeyi kalleşliği yalanı kumpası her şeyi dahi çok aştılar, göz oyuklarından, beyinlerinde haşlanmış bulgurlar taşıp dökülüyor, kim hangi duygu sürükledi bunları, kimden cesaret aldılar, bakın komşularınıza, Suriye Irak Libya Mısır hepsi Türkiye gibi açık ve kanayan bir yara haline geldi, bakın ülkenize sahipsiz ve zavallı, konuşan tek adamı kalmadı.
Hem Irak hem Suriye hem de Türkiye’nin sonunu getiren bir SÜREÇ, yine Koç yine ABD kazandı.
Yüzde seksen yüzde doksan demiyorum, yüzde doksandokuz itibariyle, karneleri şudur: hepsi İKİ YÜZLÜ, YALANCI, TERTİPÇİ, GESTAPO, KUMPASÇI, CEMAAT İŞBİRLİKÇİSİ çıktı, ifşa oldular, şu anda hepsi uyuşturucu katil şebekesi Meksikalılar gibi kurum kurum kasaba kasaba vuruşmaktalar.
Hepsi AN İTİBARİYLE kullanılamaz hale geldi.
Hepsi suratlarına bakılamaz hale geldi, geldikleri yer neresi, bilsek de oraya göndersek, yoksa hepsini yeniden bir gondola doldurup Tayyip’in İstanbul’a açacağı yeni kanala indirip ‘açılım’ ‘açılım’ aryaları mı söyletsek.
SEVGİLİ YURDUM, SEYRETTİĞİMİZ HAZAN DEĞİL ENKAZ HİÇ DEĞİL, CEHENNEM ATEŞİ İÇİNDEYİZ
Bu nasıl bir cadı kazanıydı, birkaç ülkenin birden sonunu hazırladılar, toplumsal dokuyu paramparça ettiler, devleti hukuk yerle yeksan, tuz buz ettiler ve bu parçaları bir araya getirecek bir irade bir iktidar bir güç bir aklıselim bir orta yolu bulan HİÇKİMSESİZ çaresiz bir ülke bıraktılar.
Bu coğrafyaları karton kutular gibi parçalayan kurgu, bu işbirliği, bu tezgah, bu çürümüş aydın sınıfın modern çağımıza hediyesi, an itibariyle TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE girdabına döne döne Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Halkını da komşularını da hukuku da alarak avaz avaz çığlıklar küfürlerle gömülüyorlar.
Bir daha ayağa nasıl kalkılır bu nükleer çöplük nasıl temizlenir bilmem, onlarca yıl süreceği aşikar, ancak, kırk yılın sonuna geldiğimiz de aşikar, bu ‘aydın yapılanması’nı, fikirleri ve yerleri ve kumpaslarıyla çok iyi eleştirmeden, Türkiye bir adım gidemez, hatta bir ‘ülke’ ‘toplum’ olma ihtimali yoktur, belki bütün acı çekenler bütün gadre uğrayanlar dolu dolu mertçe konuşursa, içimizdeki soyluluğu erdemi bu hesaplaşmalarla biraz olsun açığa çıkartıp ve gerçekten bu şeytan pisliklerine biraz olsun set vurmayı başarabilirsek, belki.
Bu KIRK YILIN AYDIN YAPILANMASI çökmüştür, çünkü bu aydın yapılanmasını, son kırk yılda inşa edenler, Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Tayyip Erdoğan ve onları destekleyen işadamı holding medyasıdır, çöken budur ve hala soytarı külahı gibi devletin medyanın başında durmakta olan hala onlardır.
Türkiye hala, şu zavallı İslamcı, bu mürid cemaatçi, şu yandaş işadamının, yolsuzluk ve pisliklerinin dökümünü okumaktan başını kaldıramıyor, ve onbir yıllık bu kahpe iktidarın, çeperinde uzağında olsun, temiz kalpli tek bir insan bulamamanın acısını çekiyor.
Türkiye utanacaksa bu çürümüş gestapo AYDINLAR’ından utansın.
Bunlar nerden çıkıp geldiler? Onları bu ülkeye kimler musallat etti, onları kim kullandı nasıl kullandı, bu eleği kim tuttu kim eledi kim savaş rüzgarlarına savurdu, dünyada eşi benzeri olmayan o ucube fikirleri ağızlarına kim doladı, kinleri ve nefretleri ve gaddarlıklarının kökeninde neler vardı, bunları orta-doğu’ya kim saldı, kim maaşladı, kim ödülledi, bu keskin ve kalleş ve zehirli bıçağı Anadolu halkının midesine kim soktu.
1750’li yıllarda içki alemi için İngiliz beyfendilerin gittiği bir kulübün adı: Cehennem Ateşi’ydi. Cehennem ateşi lafını ortaçağ boyunca kilise halka karşı bolca kullandığı için, hepsine gına gelmiş, kiliseyle alay etmek için vermişler, diyor Sennett.
Kırk yıldır bu ülkede bir cehennem ateşi zaten yanıyordu, ne güzel İslamcısı İşadamı cemaatçisi de ısınıyordu ne güzel halkımız da sıcak paralarla ayak parmakları arasını fıkıhla ovuyor Osmanlı diye yüzyıl öncesinden yuttuklarının gevişini getiriyordu, şimdi bu ateş gerçek cehennem ateşine dönüştü, ülkemiz halkımız devletimiz hukukumuz içine hep birlikte el ele güle oynaya düştü.
Sevgili yurdum, seyrettiğimiz hazan değil enkaz hiç değil, cehennem ateşi içindeyiz.
Bunların adını ben koydum, ben bitireyim, bunlar ‘şeytanın pezevenkleriydi’, hepimiz bu zor günlerde ‘üçyüz spartalı’ olmak için yola çıktık ama karşımıza işte bu ‘üçyüz pezevengi’ çıkardılar.
Otuz yılın tek bir günü, üretimden, artı değerden, bölüşümden, eşitlikten, kardeşlikten, marka’dan yaylalarımızdan ürünlerimizden tek satır bahsetmediler.
Şimdi hepsi ekranlarda başladı yeniden yine ‘bor’ madeni çıkartmaya, bor madeni, ülkemizde, ekonomik kriz günlerinde keşfedilip çıkartılan bir maden türüdür, genellikle ulusalcılar çıkartır, ama şimdi bu iflas günlerinde bor madenini liberaller İslamcılar da çıkartmaya başladı.
Yorulmadınız mı bırakın bu yalanları, biz hepimiz bu kırgın yenilmiş soyulmuş Anadolu toprağından başka bir maden çıkartabilmeliyiz, ‘erdem’ gibi, eşitlik gibi, üretim gibi…
Nihat Genç