Kitap kesitleri

her gün farklı bir kitaptan bir kesit atıcam buraya

Edgar Allan Poe - Annabel Lee

Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz
İsmi; Annabel Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee
Göklerde uçan melekler
Kıskanırlardı bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü bir rüzgarından bulutun
Güzelim Annabel Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni
Mezarı oradadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskanırdı bizi
Evet! Bu yüzden
Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi
Bir gece rüzgarından bulutun
Üşüdü gitti Annabel Lee
Sevdadan yana kim olursa olsun
Yaşca başca ileri
Geçemezlerdi bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiç biri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee
Ay gelir ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee
Orda gecelerim uzanır beklerim
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni...

? pablo escobar 09.09.2017 17:57 0

lokman'ı etkileme çabaları

? vampir irfan 09.09.2017 19:41 3

sonunda kültür platformu oluyoruz

? cavci 09.09.2017 20:45 0

Anasini siktigimin ronesans yaratmaya calistigi yere bak

? halaburadamisiniz 09.09.2017 22:07 2

@halaburadamisiniz: neyi varmis kardes tilki gibi yer

? dogukan 09.09.2017 22:23 1

@halaburadamisiniz: nesi var lan buranın

? zeratul 09.09.2017 22:52 2

@zeratul: kamugun playboy aydnin entelektuel gecindigi yerden bahsediyoruz

? halaburadamisiniz 09.09.2017 23:31 - 09.09.2017 23:31 0

@halaburadamisiniz: kamuk kim

? dogukan 09.09.2017 23:33 0

@dogukan: melaba :)

? halaburadamisiniz 09.09.2017 23:54 1

Yıldız Ertan - Uyandım

Uyandım. Koşmamıştım ama susamış ve yorulmuştum.
Uyarıldım: “Çamurlu ayaklarınla içeri giremezsin!” Ağladım.

Hayalini kurduğum bir yaşım yoktu artık. İçimdeki sonsuz acı, mutsuzluk ve bilindik hayat umursamazlığımla her zamanki gibi uyandığım bir sabahtı. Herkes, aynı beni görmüş olmanın verdiği memnun suratıyla kucaklıyordu gözlerimi. Gün, dünün aynısı... Sabah saatlerinde çalan alarm gibiydi sanki gerçekliğim. Erteleniyordum.
İlk kez sorgusuz sualsiz karşı çıkmadan hak verdiğim bir anne görüşüyken hayat, siz beni nasıl bu kadar acıtabilirsiniz? Mantığımı ve ruhumu hayata bu denli yoğun yüklemişken hem de. Evinize giren hırsız mıyım da ben nefsi müdafaa için bana zarar veriyorsunuz?
Oysa öyle güzel geldim ki... Cennet bahçelerini, akvaryum koyunun inci mavisini, güneşin batışındaki turuncuyu ta Fizan'dan alıp getirdim. Kavrulmadan Mekke sıcağında, bin yıldır solmamış gülün kırmızısını, Arizona çöllerinde parlayan altın yıldızları, Muson yağmurlarında düşen ilk saf damlayı alıp getirdim. Ana rahminin siyahını, çocuk gelinin beyazını çaldım da getirdim. Hani siz kötü sevmezdiniz? Hani siz iyiydiniz. Hani iyi dileklerim bulsundu ya sizi. E işte geldim. Mandalina kokusunu aldım da ıhlamura kattım da pudraları yaktım da geldim. Yakışmak için teninize, zemzem sularına buladım tenimi. Alın işte, ben geldim.
Acınız öyle taze, sözünüz öyle can alıcı, gözleriniz hep yakıcı. Sizi sevmelerini de siz her daim hak edersiniz… İşte, kötüye ilişmemeli kalbiniz. Kırarlar sizi. Tekletirler. Kâğıt kesikleri bırakırlar. Onlar kötü izler. Ama ben hep ulaşılabilirinizim işte… Daha ne istersiniz. Ne beklersiniz ki? Kalbimi açıp bakmalı, aklımı çekip almalısınız. Zaten hep mutsuzluğunuzdan öpmedim mi sizi? Kâbuslarınızdan sarmadım mı? Korkusuzca koşmadım mı?
Ve şimdi söylüyorum işte. Sizden bana bir sevgi gerekliydi, tam kalbimin ortasına üç kere üflediğiniz. Tam üç kere karnımın ortasına bıraktığınız o heyecandan gerekliydi. Ama siz bir kerede yok ettiniz her şeyi. Ah, unutur muyum sanıyordunuz? Tam bitti derken yeniden başlardık hani. O odalarda ağladığımız, nefret ettiğimiz günlerde kaybettiklerimize rağmen yeniden kucaklaşırdık her defasında. Sizden bana bir aşk gerekti oysa: Koşarak geldiğiniz yanıma, bırakmalara kıyamadığınız o sıkıcı boşluklara… Bir güzel söz bile yeterliydi bana. Seviyorum ile başlayan ve seninim ile biten. Geleceğe dair bir umut, bir ışık… Sizden tek beklentim buydu. Ancak sadece bir özlem yüklendi bana, tüm o güzel geçmişi, karanlık geleceğe sürükleyen.
Nasıl bir tutkusunuz siz, kelimeleri hiç bitmesin istenen? Bir kalem ve kâğıdın bir araya geldiğinde oluşturduğu o içten yazılarda, belki bana yönelmiş bir tutam hitap, bir göz kırpması, bir tebessüm sözcüğü gibi. Hani gönülden gelen ve hiç bitmemesi dilenen... Bu kadar benimken nasıl bir o kadar da yoksunuz sahi siz? Dokunsam dağılacak düşlerimde yeşeren güzelliğimiz. Ve sanki yaşatmaya kalmamış gibi mecaliniz... Bakışlarınız öyle dik, öyle derin... Öyle yoksunuz ki evde. Ben, koşarak geçtiğiniz bahçelerde ezilen papatyalar gibi büktüm boynumu avuçlarınızın içinde. Aklınız bavullarını nerelerde topladı, saçımdan bir tel, kokumdan bir yel aldınız mı yanınıza? O gidişler nerelere, ne vakit dönecekler? Ayaklarınızı öpsem de sanki yine gidecekler. Neresinden tutsam, ayağa kaldıramayacağım bu acıyı...
Sustuğunuz sözler öyle büyük ki. Vücudumda bulunan bütün sular çekiliyor ve gözlerimden taşası geliyor şimdi. Ağzınızdan çıkan tek bir sözle sevinip tek bir kelimeyle üzülen benden ne istiyorsunuz?
İnanılmaz bir boşluğun içinde süzülüyorum. Geceleri düşüşüm hızlanıyor, çarpıyorum sağa sola. Gittiniz, hiç gün yüzü görmemiş bir ülkeye ansızın ve sizden sonra gelen sabahlarım, alıştırdığınız geceleri getirdi bana her defasında. Ekinler yeşermeye başlamıştı, toprağın buharı, bulutlara yağmur damlaları yüklüyordu. Yağacaktı naif naif, kırdığınız ruhuma. Bu sefer yeşermeyecekti orada bir mutluluk, sadece bir boy daha atacaktı ektiğiniz acılar dört bir yanımda. Gittiniz, karanlıkta görülmeyen kar taneleri doluyor bıraktığınız açıktan, içimde kuru bir ayaz. Burnumu çıkarsam biraz nefes alabilmek için sanki burnum düşecek, öyle soğuk içim. Alışmış olmanın farkına varışım bu. Endişe ve korkuyla duvarlara çarpıyorum. Yanılsama gibi, pencerenin dışındaki o minik serçe gibi camlara vuruyorum. Vura vura ölüyorum. Korkuyorum. Nefes alamıyorum. Kalabalıklar tenhalaşıyor, tenhalar kalabalıklaşıyor ve ben hiçbir yerde var olamıyorum.
Bugün eski fotoğraflarınıza baktım. Başka kadınların bellerine dolanmış elleriniz. Kafanız başka kadınların omuzlarında. Gençmişsiniz üstelik, korkularınız da yokmuş. Gülüyorsunuz. Kahroluyorum. Geçmişinizin kahkahalarından atlıyorum bilinmeyenlere. Aklım karışıyor, deliriyorum. Kendimi kaçırdığım o yerdeyim. Aklımı kaçıracağım diyara adımlıyorum. Korkularımın baskına uğrattığı ruhumun derinindeyim. Bocalıyorum. Bir kâğıt kesiği gibi dönüşü bilinen gidişiniz. Gerçekten gittiğiniz kazıkla mı öldüreceksiniz beni dokunduğunuz yüreğimden, yoksa darağacına mı asacaksınız sardığınız bedenimden? Hep bunları düşünüyorum. Beynimin içi durmuyor, acıyor, kanıyor, kapatıyor şalterlerini.
Kaçasım var tüm bunlardan, korkup siz kaçmadan. Başıma gelmeden o günler, tüm o korkunç ihtimalleri başınıza getiresim var. Ölesim var benim. Bu korkularla baş edebilmek için yollar arayasım var da halim yok, keyfim yok, gücüm yok. Aklımı çıkarıp martılara atasım var. Bitkisel hayata girip öylece kalasım var kıpırtısız. Karanlık tarafa ait arzularım var. Elime verseniz bir harita... İşaretleseniz bana mutlu olmanın yollarını. Bilemiyorum. N’olur gelin, duramıyorum!
Hep aynı sevemez mi insan? Hep yüksekten uçamaz mı kuşlar? Nereden göç ediyorsunuz bu aşka? Çok erken değil mi gidişiniz? Kış ayı daha yeni bitmedi mi? Hep ilkbaharlar vadetmedik mi biz bu topraklara? Topraklarım hazır değilken göç ettiniz coğrafyamdan, oysa ben size özgü yeşertmiştim ruhumu.
Yarın akıllıyım ben. Yarın sizi görür müyüm, yarın sizinle uyur muyum? Hangi yarın gideceksiniz? Ne olsa yarın beni sevmezsiniz? Ah! desem içimden siz oradan duysanız, bilseniz, anlasanız ve olsanız. Şimdi! Yarınlara kalmadan…
Bir başka ilahi güç mü görmüştüm sizde, bugünlerde kendimi maneviyattan kopmuş hissediyorum. Kahvemin tadı toprak gibi. Nerede olursa olsun uyuyamaz mıydık birlikte? Buna ibadet denmez miydi sahi?
Dolsun taşsın öfkeniz ama canımı ancak beni göğsünüze bastırdığınızda yakın. Nefes alış verişlerinizle kesin aklımı. Ama bu uzaklık... Böyle olmamalı. Sizsiz yaşanmamalı yaşanacaksa da bir acı. En çok sevmeyen mi âşık ediyordu kendine bu masalda? En çok seven mi kaybediyordu? Sahnede miyiz şimdi biz? Peki, bu varoluşum ruhunuzda bir alkışı hak etmiyor mu?
Çok yalnızım. Yıllar boyu yalnızdım. Hep içime attıklarımı, korkularımı, öfkelerimi, kıskançlıklarımı, heveslerimi kendime bile anlatamayacak kadar yalnızlaştırıldım. Kabullendim, uğraştım da bunun için çok. İlk teslim oluşumdu bu benim kendime. Sonra siz gelip yalnızlığımı bölüp ceplerinize doldurdunuz.
Anlıyor musunuz sevgili? Korkumu biliyor musunuz? Evet ise cevaplarınız lütfen susmayın. Çünkü bilirim, ne zaman sussa insan, kuruyordur ırmakları. Donmaktadır içindeki şelaleler. Uyanıyordur uykusundan o beyaz kaplanlar ve av mevsimi geliyordur ruhumuza.
Gözlerime bakıp kafamı avuçlarınıza alıp nasıl ki her sabah sevişiyorsanız benimle, her sabah söyleyin bunu da işte, gözlerime söyleyin, adımı dillendirdiğiniz gibi: Beni, ben olduğum için, sizin olduğum için sevdiğinizi…

? pablo escobar 10.09.2017 17:17 0

yıldız ertan ne amk senin atacağın kesitin amına koyim

? cavci 10.09.2017 17:25 1

@Gestapo: bu kitaplari okudum de de sikivereyim kaynatani

? halaburadamisiniz 10.09.2017 17:28 0

@cavci: ertan yetginoglu ;)

? halaburadamisiniz 10.09.2017 17:29 1

masa kafa yarrak kürek

? cavci 10.09.2017 17:30 0

Frederic Gros - Yürümenin Felsefesi

YÜRÜMEK ÖNCELİKLE erteleme özgürlüğü sunar. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar. İşyerini geride bırakmaya karar verip dışarı çıkar, aylaklık eder, başka şeyler düşünürüz. Günlere yayılan daha uzun gezinti, kendini özgürleştirmeye çalışan bu adımı pekiştirir; çalışmanın yarattığı kısıtlamalardan kaçar, alışkanlıklar zincirinden kurtuluruz. Peki ama yürüyüş bu özgürlüğü, uzun bir yolculuğa kıyasla nasıl daha fazla hissettirir? Çünkü mevzubahis kısıtlamaların ardından aynı ölçüde yorucu başka kısıtlamalar ortaya çıkar: çantaların ağırlığı, mesafelerin uzunluğu, hava koşullarının belirsizliği (yağmur ve fırtına tehlikesi, kavurucu sıcaklar), ilkel konaklama koşulları, biraz ıstırap... Fakat sadece yürüyüş bizi mecburiyet yanılsamalarından kurtarmayı başarır. Öte yandan yürüyüş hatırı sayılır gerekliliklerin hakimiyetindedir. Onca mesafeyi katetmek için onca adım anlamına gelen onca saat yürümelidir insan; aklınıza estiği gibi atamazsınız adımlarınızı, zira alelade bir bahçe gezintisine çıkmamışsınızdır. Hangi sapaktan Döneceğinizi şaşırırsanız bedelini ağır ödemek zorunda kalabilirsiniz. Dağ sise gömüldüğünde ya da sağanak boşandığında yürümeye devam etmek zorundasınızdır. Yiyecek ve su ihtiyacınızı güzergah ve kaynaklara bağlı olarak ustalıkla hesaplamanız gerekir. Konforsuzluktan bahsetmiyorum bile; oysa asıl harika olan, ona rağmen değil ondan dolayı haz almaktır. Söylemek istediğim şu: Yiyecek ve içecek seçeneklerinin sınırlı olması hava koşuluna maruz kalmak, yalnızca adımların kararlılığına güvenmek vb. gibi durumlar bir yanılsama yaratır; olanaklar arttığı için (iletişim, satınalma, konaklama) yürümek ticari şey-lere (ürünler, taşımacılık, sosyal organizasyonlar) bağımlıymış gibi algılanır. Bu mikro-özgürlükler, sistemin hızını artırmaktan başka işe yaramaz; böylece sistem sizi daha fazla sınırlar. Halbuki zaman ve mekandan sıyrılmanızı sağlayan her şey sizi hızdan uzaklaştırır.
Yürüyenin karşılaştığı koşulları daha önce benzer bir şey yaşamamış birine kabaca tarif etseniz, hepsi tuhaf, anormal, hatta gönüllü bir esaret gibi gelir. Çünkü şehirli insan, alışveriş zincirinden kopmak, enformasyonu, imajları ve ürünleri yeniden dağıtan ağın parçası olmamak ve tüm bunların onlara biçtiğiniz gerçeklik ve önem kadar gerçek veya önemli olduklarını fark etmek gibi, yürüyenin özgürlük kabul ettiği şeyleri yoksunluk olarak değerlendirmeye meyillidir. Zincirlerinden boşanan dünyanız yıkımdan kurtulmakla kalmaz, bütün zincirlerin nasıl ağır, boğucu ve aşırı kısıtlayıcı oldukları da çıkar ortaya. Özgürlük bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlardır o hâlde.
Bu erteleme özgürlüğünün sevinciyle yola çıkmaktan dolayı mutlusunuzdur, diğer taraftan geri dönmek de mutlu eder sizi. Parantez içine alınmış bir mutluluktur bu, bir iki günlük kaçamak yapma özgürlüğüdür. Geri döndüğünüzde hemen her şey bıraktığınız gibidir. Eski alışkanlıklar kaldıkları yerden devam eder: hız, kendini ve başkalarını ihmal etme, telaş, ve yorgunluk. Sadeliğin büyüsü bir yürüyüş sürmüştür: "Temiz hava nasıl da iyi gelmiş." Geçici özgürlük, ardından kürkçü dükkanına dönüş.

? pablo escobar 11.09.2017 14:02 0

O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı damarları da.

Kadın kapıyı kapadı sevine sevine eşeği kendisine çekti! Eşeği çeke çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı.

Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı damarları koptu birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu kadın baş aşağı yıkıldı öldü. Kötü bir ölüm kadının canını aldı.

Hz. Mevlana Mesnevi Cilt 5 1335-1420. Beyitler s.112-118

? cavci 11.09.2017 18:34 0

@cavci: adamın sağlam fantazi dünyası varmış, eşcinsel zaten

? pablo escobar 11.09.2017 18:40 0

şiirin çevirisi olmaz zülküf kardeş.

? vurmayın 12.09.2017 11:17 0

Kurt Vonnegut - Paldır Küldür

Annemiz sonlara doğru yapay şeylerden ne denli nefret ettiğine dair konuştu: sentetik kokular ve dokular ve plastikler, vesaire. İpek ve pamuk ve keten ve deriden ve bir de topraktan ve camdan ve taştan hoşlanıyordu söylediği kadarıyla. Atları ve tekneleri de sevdiğini söylüyordu.
“Hepsi geri dönüyor, anne,” dedim ki doğruydu.
O zamanlar hastanemde yirmi at vardı; atlar ve faytonlar ve at arabaları ve vagonlar ve kızaklar. Kendime ait bir atım da vardı: büyük bir Klidestal. Toynaklarını örten altın sarısı tüyleri vardı. Adı Budweiser’dı.
Ve evet, New York ve Boston ve San Francisco limanları da yeniden ormanlarla kaplanmıştı duyduğum kadarıyla. O limanları görmeyeli epey olmuştu.
***
Ve evet, makineler yok oldukça ve dış dünyadan gelen haberler git gide müphemleştikçe, zihnimin fantezi kurmaya düşmanlığının gayet memnuniyet verici şekilde arttığını hissediyordum.
Bu nedenle bir gece, annemizi yatağa tıktıktan sonra odama bir mumla girip şöminemin üstünde oturan başparmağım büyüklüğündeki Çinliyle karşılaştığımda şaşırmadım. Mavi bir ekose ceket ve pantolon giymiş, kasket takmıştı.
Sonradan anlayabildiğim kadarıyla, yirmi beş yıl aradan sonra Çin Halk Cumhuriyetinin Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderdiği ilk resmi elçiydi.
***
Aynı dönemde Çin’e gidip de geri dönen bir yabancı yoktu.
“Çin’e gitmek” intihar için yaygın bir mecaza dönüşmüştü.
Hey gidi...
Küçük ziyaretçim, bağırmak zorunda kalmamak için yaklaşmamı işaret etti. Bir kulağımı ona uzattım. Kıllı ve kulak kiri topaklarıyla dolu tünel, korkunç bir manzaraydı herhalde.
Bana gezgin bir elçi olduğunu ve yabancılar tarafından görülebilir boyda kaldığı için göreve seçildiğini anlattı. Söylediğine göre, ortalama bir Çinliden kat kat büyüktü.
“Artık bizimle ilgilenmediğinizi sanıyordum,” dedim.
Gülümsedi. “Öyle söyleyerek aptallık etmişiz, Dr. Swain,” dedi. “Özür dileriz.”
“Bilmediğiniz şeyler bildiğimizi mi kastediyorsunuz?” dedim.
“Pek sayılmaz,” dedi. “Eskiden bizim bilmediğimiz şeyler bildiğinizi söylüyorum.”
“Neler olabileceğini hayal edemiyorum,” dedim.
“Gayet doğal,” dedi. “Size bir ipucu vereyim: Machu Picchu’daki ikiz kardeşinizden selam getirdim, Dr. Swain.”
“Bu pek de ipucu sayılmaz,” dedim.
“Yıllar evvel siz ve kız kardeşinizin Profesör Elihu Roosevelt Swain’in vazosuna koyduğunuz kâğıtları görmeyi çok isterim,” dedi.
Çinliler, İnkaların bazı kayıp gizlerini bulmaları için Machu Picchu’ya bir keşif grubu göndermişti. Onlar da ziyaretçim gibi, Çin için fazla büyükmüş.
Ve evet, Eliza onlara bir öneride bulunmuş. En az İnkalarınki kadar iyi hatta daha da evlâ gizlerin nerede bulunduğunu bildiğini söylemiş.
“Söylediğim doğru çıkarsa beni ödüllendirmenizi istiyorum,” demiş, “Mars’taki koloninize yapacağım bir yolculukla.”
***
Adının Fu Mançu olduğunu söyledi elçi.
Şöminemin üstüne nasıl çıktığını sordum. “Mars’a nasıl gidiyorsak öyle,” diye cevap verdi.

? pablo escobar 13.09.2017 09:15 0

naber plebler

? pablo escobar 14.09.2017 13:48 0