bir dizidir bu. tek kelimelik, basit bir tanımı vardır ancak öyle bir dizidir ki, aynı zamanda hayattır bu, çocukluğumdur, gençliğimdir kısmen benim. aynı tadı bir daha hiçbir şeyden alamayacağınızı sinir uçlarınıza kadar hissettiren, acımasız mı acımasız bir dizidir lost, insana yaşlandığını hissettirir.
lost diye tanıdığım şey çocukluğumdu başlarda benim için. yalan olmasın, diziyi izlemeye ilk başladığımda daha liseye gidiyordum. 2. sezondan beridir yayın akışına eş olarak takip ederdim, öyle bir halttı ki o zamanlar, bulması ayrı dert, izlemesi ayrı. şimdiki gibi netflix'i, hulu'su, hiç olmadı torrent'i, dizimag'i yoktu ki, sürüne sürüne, burnundan gele gele ediniyordun diziyi. bulsan altyazı ayrı dertti zaten, bir de onu bekliyordun. neyse ki bir arkadaşım vardı liseden, o sıçrattı bu illeti bana. "abi cd'ler var elimde, bak çok seversin" deyip vermeseydi bana, sanıyorum ki şu anki benliğimden daha farklı bir yerde olabilirdim. bir diziyle hayatını bütünleştirebilir mi insan? oluyor işte, hele ki anılarını yüklersen bu diziye, hepten oluyor. sadece gelmiş geçmiş en iyi dizilerden biri olması değil, her şeyin "biraz daha" iyi olduğu zamanlarda yayınlanmış olması da nostalji faktörüyle insanı farklı bir yerlere götürüp getiriyor.
her bölümü nasıl izlediğimi bilirim o zamanlar. çılgın gibi izliyorum, sabah okul mu varmış? umrumda değil. o cd'leri öyle hızlı tükettim ki, sabahları okulda necromorph gibi dolaşmaktan en ufak bir çekince duymuyordum artık. önemli olan lost'tu. zaten o zamanlar, o kafada bir gencin aklında daha önemli ne olabilirdi ki? ya lost'tur, ya çok sevdiğini sandığı aşkıdır, ya da annem, babama nasıl aldırayım diye düşünmekten dört dönüp durduğu bilgisayardır, telefondur, ottur b.ktur. ayağındaki ayakkabının markasıdır o zaman insanın hayatı, üstündeki tshirt'ün rengidir, küçük şeylerdir böyle. o yıllarda dünyayı kurtaracak buluşlara imza atan gençlerden olamadığım için esefle kınayayım mı kendimi? bilmiyorum, kuş gibiydim anasını satayım, o kadar iyiydi ki kafam, o zamanları özlemiyorum desem yalan olur. o nedenle kendime kızamıyorum. bir bölüm bitiyor, öteki başlıyor. kolalar, cipsler gırla gidiyor. o zamanlar en büyük zevkim, hoşlandığım kızla lost hakkında muhabbet etmek. instant messenger olayının tavan yaptığı, o zamanların en trend olayı olduğu günlerdeyiz. herkesin bir mail adresi var, herkes çılgınlar gibi chat yapıyor. biz de yapıyoruz elbette, geri kalır mıyız hiç? her gece; ama istisnasız her gece, hoşlandığım kız internete geliyor, saatlerce konuşuyoruz. havadan konuşuyoruz, sudan konuşuyoruz... dedim ya, o yaşta neden konuşabilir insan? belki de ülkemizin sosyo-politik yapısını konuşmamız gerekiyordu saatlerce, yine de lost konuştuğumuz için kendime kızamıyorum, kafalar çok güzel çünkü. insan kendini ortadan ikiye bölse bile o kafaya bir daha ulaşamıyormuş, artık onu biliyorum.
muhabbetin devri her ne konuşursak konuşalım, mutlaka bir yerde lost'a bağlanıyor. gece yarısına kadar muhabbet, tabii ben gece yarısından sonra ayakta kalmaya devam ediyorum ancak kız benim gibi manyak değil, onun sınırları 11, bilemedin en ekstrem durumlarda 12'ye kadar. jack'ten giriyoruz, john'dan çıkıyoruz. o benden daha ilerideydi bir süre, onu yakalayana kadar kendi tahminlerimi söylüyordum. doğru olup olmadığımı teyit ediyor, ne kadar yaklaştığım konusunda gülerek yorumlar yapıyor, bazen dizi keyfimi kaçırmayayım diye red herring'ler veriyordu bana. öyle mesuttum ki anlatamam, iki kişi arasındaki bu paralelliği hayatımın hiçbir noktasında yakalayamadım bir daha. mükemmel bir tablo vardı karşımda: kızdan hoşlanıyorum, diziden de hoşlanıyorum; öyleyse ben bu kızla niye evlenmiyorum? hoşlandığınız kişiyle ortak bir hobinizin olmasının ne kadar önemli olduğunu o zaman öğrenmiştim ben, bilmiyordum. zaten daha sonra kimseyle aynı çizgide yürüyemedim ya, neyse. lost'u seviyordum ve o kızı istiyordum, hatta düğünümüzün lost adasında olmasını istiyordum. jack halay başı olacaktı, mister eko düğün salonunu inşaa edecekti. sawyer itini de halayda hayal ediyordum ama gözüm pek tutmuyordu onu, kızı kaçırıp götüreceğinden korkuyordum. en iyisi onun biraz olsun uzakta durmasıydı, yine de pek seviyordum keratayı. jack'çiydim yalnız ben. o herifin doğrucu davut halleri, hareketleri o zamanki beni yansıtıyordu işte. ben de onun gibi obsesiftim, ben de onun gibi kafaya taktığım şey için bir ömür harcamaya razıydım, doğrularım ve yanlışlarım çok katı bir şekilde belirlenmişti kafamda; ya siyahtım ya beyaz; grilerim yoktu. kendimi maneviyata verdiğim zaman da locke'cu oluyordum, inanmaya çalışıyordum, tutunmaya çalışıyordum. sorun şu ki kız, neredeyse benim tanıdığım her kız gibi sawyer'a bayılıyordu. "kate gibi olacak o da, görecek günün birinde eğlenilecek değil de, evlenilecek adamın jack (yani ben) olduğunu!" diyordum içimden. dedim ya, o kadar mesuttum ki... ipuçlarını birleştirdikçe beynimde nöronların kıpırdadığını hisseder gibi oluyordum; her şeyi kızla da paylaşıyordum tabii. bilmiyorum, zekamdan etkilensin istiyordum belki de, eğer bir şeyleri tutturabilirsem, "gördün mü! dediğim gibi oldu" demeyi çok seviyordum.
günler geçti gitti, lost ilerledi, yapımcıların "her şeye bilimsel bir açıklık getireceğiz" yorumundan yola çıkarak ortaya attığım teoriler, yavaş yavaş sallanmaya başladı. sezon üç oldu, işler ilginçleşti, ben artık hafiften kafamı kaşımaya, "ulan bu iş nereye gidiyor" demeye başlamıştım. ipin ucunun kaçtığı o zamanlardan belli olmuştu yavaş yavaş. hikayeyi bırakıp, karakter dramasına kendimi kaptırıyordum bu sefer de. mümkün mü arkadaş kaptırmamak? öyle güzel anlatılmıştı ki tüm karakterler, sanki bizden biriydi artık. "ooo, said dayı, gelsene biz de cumaya gidiyorduk" diyebilecek lakayıtlıkta yakındık artık her karaktere, hurley'nin göbeğine güp güp diye vurup, "hehehe ülen ayı" diyebilecek kadar samimiydik artık onlarla. adamlar ailem olmuştu bir nevi, düşünüyorum da, kızasım geliyor kendime. ama olmuyor arkadaş, diyorum ya ah o kafa... o kafa çok güzel bir kafaydı, yine de kendime kızamıyorum.
neticesinde ilerledi bölümler, ilerledi zaman. "bize lost değil, dost lazım ulan!" diye isyan ettim bir ara; o nedenle artık kıza açılmalıydım. turnikeyi döndürdüğünüzde başka bir boyuta açılan kapı gibi açıldım ona. lakin kız, dost yerine lost'u tercih ediyor gibiydi. desmond gibi "maybe in another life" çekmişti bana. kafam karışmıştı, ne yapacağımı bilemiyordum. her kafam karıştığında yaptığım şeyi yapmaya devam ettim ben de: lost izledim. karakterler ağladı, ben ağladım. karakterler kaderleri içinde boğuldukça boğuldu, ben de boğuldum. jack'i karısı terk etti, tıpkı benim de ayazda kaldığım gibi. kate'im de yoktu artık beni dinlesin. daha doğrusu vardı da, diyorum ya size, grim yoktu benim. "hayırsa hayır ulan, görüyorum ve arttırıyorum" demiştim resmen. ayarıma s.çayım, kızsam mı acaba kendime şimdi, sırası mıdır? yok lan yok, niye kızayım ki... elbette ki kızamıyorum.
lise macerası tıpkı lost'un iyice gerçeklikten uzaklaşan senaryosu gibi s.çışlarla devam ediyordu. günün birinde sona erdi, üniversite macerası başladı. o geldi, bu gitti, ama bir şey değişmedi canlar: lost. lost hep oradaydı, her hafta oradaydı. beni o karmakarışık dünyamdan alıp götürüyordu lost, kimselerin olmadığı bir adaya bırakıyordu. orada yalnızdım ben, orada sadece hayaletler; ve hayallerim vardı. orada mutluydum, o nedenle diziye daha büyük bir şiddetle sarıldım. artık iş iyice obsesyona dönmüştü. bir ekşi sözlük hesabım vardı o zamanlar, her hafta buradaydım yani. buradaydım derken, sözlükte değil... tam buradaydım işte, bu başlıkta. zaten başlığa çaktığım bir selamdır bu yazı bir nevi, çünkü bu başlığın yeri çok, çoooook farklıdır benim için. bu başlık, galaksinin kaosundan kaçıp da içine sığındığım bir kara delikti benim için. sevdiğim şeyi tıpkı benim gibi, hatta benden daha fazla seven, benden daha obsesif sevimli adamlarla, kadınlarla buradaydık işte. her hafta bir şeyler yazıyor, paylaşıyor, teoriler üretiyor, beyin fırtınası yapıyorduk. o kadar fazla yorum geliyordu ki aklınız hayaliniz durur, şimdiki dizilerde olduğu gibi değil; vakti geliyordu 30 sayfa yorum yapılıyordu sadece tek bir bölüme! ben de furyanın içindeydim elbette. bir şeyler üretiyordum, yabancı dil de olduğundan, yabancı kaynaklardan bir şeyler de getiriyor, sentezliyor, harmanlıyor sunuyordum. yalan olmasın, yazdığım her entry, her hafta başucu eserlerime giriyordu. takdir etmek, edilmek değildi mesele işte; o paylaşım ve insanlar arası paslaşma o kadar şahaneydi ki, mesaj kutusunun yeşili hiçbir zaman ondan daha güzel yanmadı benim için. yüzlerce deli gibi adamdık, ve deli gibi paylaşım yapıyorduk. yine şimdiki dizilerle kıyaslamam gerekiyor, çünkü o zamanlar dizilerin sosyal medyada takip olayı çok daha farklıydı. benim için artık lost, diziyi izledikten sonra hemen bir entry girmek, girilen entry'leri takip etmek olmuştu. dizi ekrandan çıkmış, normal hayatımızda da bizi takip ediyor, vaktimizi keyifle harcatıyordu. ertesi gün final mi var? umrumda değil, gözlerim artık karınca duası gibi yazıları okumaktan cücük kadar kalmış olsa da, sabahlara kadar bu başlıkta devam ediyordum ben. kah okuyor, kah yazıyordum. o zamanlar paylaşım, gerçekten de paylaşımdı işte, şimdiki gibi bir başlığa girdiğinizde dizinin kitabından spoiler verenler, izlenen bölümlerden lambır lumbur hiçbir ikaz olmadan spoiler yazanlar yoktu. hassastı lan bu adamlar, belki de bir dizi tarihinde görebileceğiniz en nezih, en akıllı kitleydi, ahanda böyle büyük bir iddiada bulunuyorum! şimdi bir başlığa girmeden önce acaba spoiler alır mıyım korkusu içinizi sarıyor, sırf sarmakla kalsa iyi, muhakkak alıyorsunuz da. trollük müessesesi de artık raconunu yitirmiş arkadaş, en çok da onu görüyorum dizi başlıklarında artık. bir dizinin herhangi bir bölümünü izledikten sonra ekşiye koşturasım gelmiyor, koşsam bile düzgün bir okuma keyfi yaşayamıyorum artık. anladım ki o ortam, o olay, o hissiyat tamamen lost'a özgü bir şeymiş... bir daha geri gelmeyeceğini bilmek, ne yalan söyleyeyim, resmen içimi burkuyor.
çılgın gibi ekşi sözlükte teori üssü kurduğumuz yeterli değilmiş gibi, internette, gerçek hayatta da arkadaşlarla teori üretmeye devam ediyoruz. bir arkadaşım var, adam aynı benim gibi lost delisi. çok iyi bir arkadaşım ama, öyle ki hayatta en iyi anlaştığım adam olduğunu düşünüyorum. paslaşıyoruz da paslaşıyoruz, sabahlara kadar konuşuyoruz, lisede hoşlandığım kız dejavu yoluyla, başka bir karakter olarak tekrar hayatıma girmiş sanki. eksikliğini hissetmiyor, bu sefer bu arkadaşla gece yarılarını getiriyoruz. ancak ters giden bir şeyler var, dizi gerçekliğe olan bağını iyiden iyiye koparmaya başlıyor. artık teorilerimiz havada kalıyor hafiften, savunduğumuz şeyleri senaristler "tahmin edildi, başka bir şey yazalım" şeklinde değiştiriyor olacak ki, iyiden iyiye yorumlarımız geçerliliğini yitirmeye başlıyor. ama karakter analizleri öyle mi? onlara tam gaz devam ediyoruz. dizinin her şeyi değişiyor, ancak sunum ve hikaye anlatımı konusundaki genel kalitesi asla ama asla bozulmuyor. bir puzzle gibi gelecekten, geçmişten, alternatif dünyalardan saldırıyor hikaye. birleştirdikçe birleştiriyoruz, ortaya çıkacak resmin bir gül olacağını tahmin ediyoruz; parçaları birbirine oturttukça ortaya bir g.t lalesi çıkmaya başlıyor. yine de o parçaları birleştirmek o kadar zevkli ki, puzzle'ı elimizden bırakamıyoruz. her hafta yine ekşideyiz, her gece yine internetteyiz, sokaklarda yine lost muhabbeti yapıyoruz. tarihin kendini tekrar eden bir puşt evladı olduğundan bahsetmiş miydim daha önce? eğer etmediysem şimdi tam sırası: çünkü tıpkı o kız gibi, günün birinde arkadaşım da g.tünü dönüp gitmeyi tercih ediyor. moralim çok bozuluyor ama ne yapayım, alışmışım bir kere. içimdeki lost boşluğunu dolduran nesne, bir kez daha kendini derin bir boşluğa bırakıyor. neyse ki sözlük var, neyse ki buradaki insanlar, şu an bu entry'i okuyup aynı duyguları paylaştığımız insanlar var. lan mümkün olsa gelip sırtınıza iki pat pat yapıp "eyvallah canlar" derdim, utanmasam bir de öperdim yanağınızdan, o derece büyük buhranlardan kurtardınız beni hiç farkında bile olmadan. işte lost buydu bizim için; dedim ya bir "dizi"ydi diye, aslında lost anılarımızdı bizim, ortak paydamızdı, paylaştığımız en büyük hobimiz, uğraşımız, kaçamağımız, kendimize ait jargonumuzdu. o arkadaş belki gitmişti, o kız belki gitmişti ama lost hep oradaydı. o zaman anladım işte: lost lost dediğimiz, aslında dost'muş bize.
yıllar ilerliyordu, bölümler ilerliyordu. matthew fox, tıpkı benim gibi şekilsizleşmeye başladı, ilk sezondaki cengaver adam gitti, sansar rıza gibi bir adama dönüştü resmen. çubuk gibi kaldı, yaşama sevincini aldılar sanki adamın elinden. sadece sawyer, itici bir şekilde yakışıklı duruyordu halen. ulan hurley bile belki birkaç yüz gram kilo vermiştir, sawyer'da tık yok anasını satayım... anası hangi mamülle ürettiyse, herif hala taş gibi. neyse ki jacob'la tanıştık, kara dumanla tanıştık; hafiften jacob'u sever gibi oldum ama baktım ki herkes dumancı olmuş. o zaman anladım ki bende iyilere karşı bir yönelme var, hangi taraf iyiyse o tarafa daha yakın olmaya çalışıyorum. işte o bok kafam yüzünden zaten başıma gelmeyen kalmadı ya neyse, en azından dizinin finalini duygusal anlamda çok iyi bağladıklarını düşünüyorum. hani bazen insanın içinden, bir dizide çok sevdiği iki karakter karşı karşıya geldiğinde, amansız bir mücadeleye girdiğinde, her iki tarafa da çok yakın hissettiğiniz için "ulan hadi bırakın inadı, öpüşün de barışın" der ya insan; bu hissiyatın hayata geçirildiği, tamamen bu duygu yoğunluğuna yönelik bir finalin yapıldığı tek dizi lost oldu. malesef ki lost bittiğinde ne ekşi sözlük hesabım, ne de düşündüklerimi paylaşabileceğim lost'çu bir yakın arkadaşım kalmıştı yanımda. en fazla üniversiteden arkadaşlar "hacı sen lost izliyordun, nasıl buldun finali?" diye sormuşlardı gazetelerdeki "lost s.çarak final yaptı" manşetlerinin etkisinde kalarak. ben yine aynı yorumu yaptım, "hikayeyi bitirme anlamında başarılı değildi ancak duygusal olarak başarılı buldum" dedim. yalan olmasın şimdi, ağladım bu dizinin finalinde ben. sulugöz bir adam olduğumdan mı? sanmıyorum. bir devrin kapandığını bildiğimden; artık hiçbir diziyi böyle sevemeyeceğimi, hiçbir ortamda böyle sıkı, paylaşımcı bir kitle bulamayacağımı, hiçbir diziyi izledikten sonra sözlüğe koşturup yazılan son mesajları okuyarak beyin orgazmı yaşayamayacağımı bildiğim için, hatalarıyla ve günahlarıyla, tıpkı kendi çocukluk ve gençlik hatalarım, günahlarımla yüzleştiğim gibi helalleştiğim; o defteri kapattığım için aktı gözümden o yaşlar. bir gün bu başlığı bu şekilde, tıpkı çocukluk hayallerim gibi eski cıvıltılı günlerinin askine yapayalnız, unutulmuş ve bir köşeye sinmiş şekilde bulacağımı bildiğimden, belki de bu gerçekle yüzleşmeye hazır olmadığımdan indi boğazıma o düğüm. sanıyorum ki artık hazırım ve o elvedayı yapabilirim: iyi ki vardın lost, iyi ki vardınız lost kardeşliği. hiçbirinizi unutmayacağım lan, bu da yemin olsun sizlere...
ilk 9 bölüm hiç bir fikriniz yoksa dizi hakkında bomboş geçiyor.ondan sonra yavaştan başlıyor işte neydi o ağaçları deviren, heroes'taki düşünceleri duyabilen polisimizin pilot olduğu aynı zamanda amını götünü dağıtan neydi derken başlıyor işte.
bu dizide güzel olan şey araştırma yapmaktı.forumlarda fan sayfalarınıda yazılanları takip etmekti. gözden kaçırdıklarınızı bulmaktı. teorileri okumaktı. sonu hakkında olaylar hakkında yorumları okumaktı.
en basitinden bir olay söyliyim kendi başıma gelen. 3-4 sezon seyrettim elimde 5. yok. bulduğum her şeyi okuyorum bunla ilgili fena sardı çünkü o zamanlar. elemanın biri yorum yapmış. bak şimdi olaya.
eleman diyor ki ben dinler tarihih okuyorum ve dizideki hiç bir isim rastgele seçilmiş isimler değil. benjamin : bünyamin peygamber. topluluğunu peşinden sürüklermiş ;) kapiş daha neler neler . desmond hume ile locke anlatmıyorum o kadar salaksan zaten izleme